top of page
Ara
  • Arzu Eylül Yalçınkaya

Uykunun Bedeli- mi olur?

(Mesnevi’den mülhem)  

Uyuyan Adam ve Süvari

Kavurucu bir sıcaklığın hâkim olduğu tatlı bir yaz günü adamcağızın biri, büyük bir elma ağacının gölgesine sığınmış, kestiriyordu. Uzandığı çimenlikte kuş cıvıltıları ve sinek vızıltıları arasında ömrünün en tatlı uykusunu uyuyordu. Herhalde yorgunluktan olacak uyurken adamın ağzı açık kaldığından horulduyordu. Bunu gören bir yılan, “Yaşasın tam bana göre bir mağara buldum” diyerek açık duran bu ağızdan içeri girdi ve doğruca adamın midesine indi.

O sırada yoldan geçmekte olan bir süvari, yılanın adamın midesine indiğini görünce “Hemen bu zavallı Müslüman’a yardım etmem, yılanın şerrinden onu kurtarmam lazım. Müslüman, Müslüman’ın kardeşidir, kardeşime yardım etmem gerek” diyerek atından indi ve adamı kırbaçlamaya başladı. Aslında içinden üzülüyor ama bunu göstermemeye uğraşıyordu.

Adam yediği ilk kırbacın acısıyla ayağa fırladı:

“Aman efendi”, dedi “dur, sen ne yapıyorsun? Herhalde beni biriyle karıştırdın. Ben sana ne yaptım ki, sen beni böyle dövüyorsun?”

“Sus” diye bağırdı süvari öfkeyle,

“Çok konuşma, yiyeceksin bu dayağı, başka yolu yoktur.

Millet fakr u sefaletle kıvrım kıvrım kıvranırken,

biz Müslümanlara yan gelip yatmak yoktur.

Sen yalnız bana fenalık yapsan ben davacı olmazdım, seni bağışlar bu kırbaçları da vurmazdım. Allah bana   şahsıma yapılan alçaklıkları affedecek geniş bir yürek vermiştir çok şükür. Ama sen fenalığı bana değil, devlete ve millete yapıyorsun. Gündüz günü böyle yan gelip yatmak da nerden çıktı? Halk açlıkla pençeleşiyor, sen ise keyfini, rahatını gözetiyorsun. O yüzden yiyeceksin şimdi bu dayağı, hiç boşuna ağlama elimden kurtuluşun yoktur.”

Bizim adam, türlü diller dökse de süvari hiç dinlemedi. Adamın sırtına kırbacı basarak,

“Derhal kalk” dedi, “Şimdi şu ağaç var ya, hani altında uyuduğun, ne kadar ham ve olmamış elma varsa bu ağacın üstünde kalk ve hepsini ye bakayım çabucak” diye çıkıştı.

Adam bîçare ne yapsın, hemen önündeki dalın tutarak yemeye başladı. Saatlerce yedi de yedi. Ama ağaçtaki ham elmalar bitecek gibi değildi, üstelik biraz duracak olsa, biraz ağırdan alacak olsa süvarî hemen sırtına kamçıyı indiriyordu.

“Öleceğim herhalde” dedi

“Sen de benim Azrail’imsin. Ne yapalım ömür bu kadarmış, fakat ne yaptım ve ne günah işledim de böyle acı içinde can veriyorum?” diye söyleniyordur.

“Allah’ım” dedi, kendi kendine “Ben hangi günahımın diyetini ödüyorum?”

Süvari “Mıkırdanma” diye bağırdı, “Hak etmesen gelmezdi bu belâ senin başına. Allah hiçbir kuluna taşıyamayacağı yük yüklememiştir; hem o çok şefkatli ve merhametlidir, eğer bu işi senin başına verdiyse, vardır bir sebebi mutlaka.

Adam bir süre daha yemiş, neredeyse tam ortadan çatlamak üzereyken, Süvari

“Dur” demiş. “Yetişir. Daha yeme.”

Adam iyi niyetle,

“Herhalde beni affetti, salıverecek, ne de olsa insan evladı. Merhamete geldi tabi”, kabîlinden şeyler düşündüyse de, süvarinin sözleriyle işin iç yüzü ortaya çıkmıştı.

Süvari, “Şimdi şu nehri görüyorsun” dedi “hani sen demin onun yanındaki ağacın altında uyuyordun.”

“Evet” dedi adamcağız. “Ne oldu, ne var?”

Süvari “Şimdi ne kadar su varsa bu nehirden akan”, dedi, “hepsini iç bakalım da görelim , sakın bir damlayı da ziyan etmeyesin.”

Bu sözleri duyan adamın gözleri fal taşı gibi açıldı, bu fal taşı gibi açılmış gözlerle bir yandan da hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. “İnsafsız adam” diye haykırdı.

Yetmedi mi ettiğin bana,

Kaç saattir bana etmediğin eziyet kalmadı.

Bu senin yaptığın revâmı bir Müslüman’a

senin bu cezanda adalet yok, alt tarafı on dakika kestirdim şurada.  

Mümin müminin kardeşidir,

hiç kıyar mı kardeşinin canına”, diye söze başladı.

Ama, sırtına kırbacı yer yemez hemencecik susuverdi. Emre uyup nehrin tatlı suyunu hızla avuçlamaya başlamıştı. Hırsından, sinirinden sanki nehri bitirecek gibi içiyordu. Zaten yediği elmalardan dolayı çatlamak üzere olan karnı şimdi, adeta bir davula benzemiş, sesi soluğu da kesilmişti. Arada bir midesinden gelen lıkırtılar duyuluyordu, bir de inlemeleri, o kadar.

Adam “Her halde artık bu sondur” diye düşünüyordu. “Birazdan bırakır beni. Zaten o bırakmazsa da, ben onu bırakacağım, Biraz daha böyle giderse şuracıkta ölüp Hakk’a kavuşacağım.”

Adam bu düşünceler içerisinde dalıp gitmişken, süvarinin “ dur” diyen sesiyle kendine geldi. Zaten o da duruyordu, daha fazla yiyecek ve içecek yeri kalmadığından elleri ve ayakları suyun içinde öylece oturuyordu.

“Kalk” dedi süvari.

Adam: “Bitti mi? diye sordu.“Tamam mı? Bu kadar yetmez mi?

Süvari, “Yanıldın” dedi, bilemedin, asıl ceza daha yeni başlıyor. Eliyle öteleri işaret ederek, şimdi dedi şu araziyi görüyor musun, uçsuz bucaksız uzanıyor. Hani sen onun yanındaki ağacın altında uyuyordun.

“Evet”, dedi, adam. “Görüyorum. Ne var?”

Süvari, “Demek hızlı kavrıyorsun, çok güzel” dedi “Ama bakalım hızlı da koşabiliyor musun? “Şimdi kalk” diye devam etti emir eri ve “Ne kadar arazi varsa burada görebildiğin, hepsini baştan başa koş bakalım.”

Adam, “Yok artık” dedi “sen insan olamazsın. İnsan dediğinde bir kere insaf olur, merhamet olur” diye başladı tam devam edecekken süvari araya girerek

“Afedersiniz” dedi, “Mümkünse bir yandan koşup bir yandan söylenirsek daha iyi olur,   böylelikle zaman kaybetmez ve daha çok koşarız.”

diyerek kırbacı adamın arkasına indirmiş.

Adam kırbacın inişiyle koşmaya başladı. Bir yandan söyleniyor, bir yandan koşuyordu. O sırada zavallıcığa bambaşka bir âlemin kapıları açıldı ve söylenmeyi bıraktı. “Belli ki” diyordu “bunlar benim, bu dünyadaki son nefeslerim. O zaman ben hiç bu nefesleri boşuna tüketmeyeyim. Allah insana bir ders vermek dilerse, istediği insanın eliyle verebilir. Ben şimdi bu adama kızıp duracağıma, bunun arkasından gelecek iyilikleri düşünüp belki de teşekkür etmeliyim. Sayesinde eski günlerimin ne güzel olduğunu fark ettim. Meğer ben bu adamla karşılaşmadan önce cennetteymişim de, maalesef farkında değilmişim. Eh şimdi can verirsem, çektiğim bu peşin cezâ sebebiyle, inşallah cennete gideceğim. Yok eğer ölmez sağ kalır da şu dertten kurtulursam, o zaman daha yaşarken bu dünyayı cennet bileceğim.”

Adamın aklına böyle güzel düşünceler gelince Allah’ına teslim oldu. İşte tam o sırada, içine bir fenalık geldi ve ne olduğunu anlamadan kendini yerde buldu. Yediği elmalar ve içtiği tonal suyun ardından, sıcağın alnında koşturunca midesi ağzına gelmişti. Baş dönmesi ve bulantıya daha fazla dayanamayarak içinde ne varsa hepsini oracığa çıkarıverdi.

Midesinde ne varsa çıkarken, karnına girmiş olan zehirli yılan da çıkmıştı. Adam yılanı görünce birden, aklında bir ışık çaktı. Süvarinin iyi niyetini gönül gözüyle gördü, anladı. “Arkadaş” dedi, süvâriye dönerek “anladım, senin niyetin başkaymış. Senin maksadın bana eziyet değil, içimdeki kötü yılanı dışarı çıkarmakmış. Ama baştan niyetini söyleseydin açıkça, ben de bu kadar ağır konuşmazdım, terslenmezdim sana. Gerçi sonunda razı olmuştum ama, baştan teslim olurdum, başını da ağrıtmazdım bu kadar”, dedi.

Süvari “Söyleyemezdim” dedi. “O zaman içindeki yılanın korkusundan o anda canını verirdin. Bu acı, bütün gün boyunca çektiklerinden daha zor, daha katlanılmaz gelirdi de, anında öbür âleme göçerdin. Oysa yaşamalıydın sen, dünyada yapacak daha çok işin vardı.

Süvarinin gözlerinden yaş indi, “affet beni ey Müslüman, benim kastım sana değil, içindeki yılanaydı. Eziyetim sana değil o muzır hayvanaydı.Uyudun dinlendin diye de hiç kızmadım sana.” diyerek özür diledi.  

Yorulanın dinlemek hakkıdır elbet.

Hem Allah rızası için çalışanın,

Allah için yorulanın uykusu bile ibadet.

Gel arkadaşım sen beni affet,

dedi süvari,

senin iyiliğin için bile olsa seni incittim,

kul hakkı kalmasın üstümde gel de hakkını helal et.

Dinle neyden hikâyenin bir de iç yüzünü şimdi:

Canım arkadaşlarım, bu hikâyedeki adam dünyanın çeşitli uğraşları ve zorlukları ile yorulmuş bir insanı temsil ediyor. Uyku ise insanın kendini bu nimetlere kaptırması ve Allah’ı unutması anlamına geliyor. Yılan hepinizin anlayacağı gibi, biz dünya işleri sebebiyle gaflet uykusuna daldığımız sırada içimize giren kötü huyları anlatıyor. Süvariye gelince, o da bizim içimizdeki kötü huyları görerek, onlardan kurtulmamıza yardımcı olan mürşid-i kâmili, yâni kâmil insanı anlatıyor.

Kâmil insan başta Hazreti Muhammed ve onun vârisleri olmak üzere bütün güzel huylu insanlardır. Onların dünyalık hiçbir arzuları kalmadığında sadece insanlığa yol göstermek için buradadırlar. Bütün insanların, bir an evvel kötü huy denilen hastalıklarından kurtulabilmeleri için, tıpkı doktorların reçete yazdığı gibi, onlarda mânevi reçete yazarlar. İçimizdeki yılan huylarını, dışarı çıkarabilmemiz için bize çeşitli tavsiyelerde bulunur ve sonra bu tavsiyeleri kolay yapabilmenin yollarını yine kendileri öğretirler.

Aslında bütün Peygamberler ve evliyalar bize sadece ayna olur. Yani biz o güzel insanların hal ve hareketlerinde gerçek ve olgun bir insan olmanın nasıl bir hâl olduğunu görürüz.   Sonra kendimize bakar ve eksiklerimizi fark ederiz. Eğer düzelmek istiyor ve kendimize bir örnek insan arıyorsak, Hazreti Muhammed ve O’nun güzel ahlâkını yaşayan örnek insanlar bize yeter. Onlara bakar ve kendimizi düzeltiriz.

Düşünsenize arkadaşlar bir gül ağacının bile yıllar geçtikçe dikenleri azalırmış. O bile günden güne kendisindeki eksiklikleri ve kötülükleri törpülüyor, ilerleme gösteriyor. Ya biz, bizim gibi irade sahibi bir varlık, bir insan kimbilir ne kadar güzelleşebilir ve Allah’ına kimbilir ne kadar yaklaşabilir.

Biz bu dünyaya niye geldik? Allah’ımızın kulu olmaya, O’nun sonsuz güzelliğinin akislerini yarattığı varlıklarda görmeye ve tanımaya. Öyle değil mi? Peki nasıl onun kulu olabiliriz? Onun yap dediklerini yaparak ve yapma dediklerini yapmayarak. Ama eğer nefsimizin istediklerini yaparsak, en güzel ben olayım, en çok ben beğenileyim, herkes benim sözümü dinlesin, bütün yemekleri ben yiyeyim dersek, hep kendi rahatımızı düşünür hiç başkalarını düşünmezsek o zaman da biz, Allah’ın değil kendimizin kulu oluruz. Kendi nefsânî arzularımızın her dediğini yaptığımız için, içimizdeki o muzır sesin emirlerini yerine getirdiğimizden, bu durum da biz, -Allah korusun- kendimizin kulu oluruz.

Halbuki biz bu dünyaya o güzel Allah’ın dediklerini yapmak, birlik içinde kardeşçe yaşayıp hiç Rabbimizi unutmadan tekrar ona dönmek gayesiyle yaşıyoruz.

Sevgili arkadaşlarım biliyorum lafı çok uzattım ama ne zamandır, bunları size söylemek istiyordum. Doğrusu çok rahatladım. Şimdi aklıma gelen bir hikâyeyi hemen anlatmalıyım. Haydi şimdi arkanıza yaslanın. Gönlüme bir hikaye düştü, anlatmadan geçmeyeyim. Ben size hikâyemi anlatayım, siz güzel güzel dinleyin. Hikâyenin bereketiyle canlarım, siz de nasiplenin , ben de nasipleneyim.

1 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page