top of page
Ara
  • Arzu Eylül Yalçınkaya

Ruh padişahının nefs cariyesinden çektikleri ya da “Ezeli bir aşkın” hikayesi

(Mesnevi hikayelerine devam..)


Ezeli bir aşkın hikayesi 

Bir vakitler iki dünya saltanatının tahtında oturan bir padişah vardı. İrfan ehlinin kitabında onun adı ruh padişahıydı. Bir gün maiyyetindekilerle beraber, tam techizatlı olarak ava çıktı. At üstünde vakûr bir şekilde ilerlerken, bir ağacın gölgesinde dinlenen zarif ve güzel bir cariyeye rastladı. Cariye güzelden güzel, şirinden şirindi. Sanki gökteki güneş, onunla yere inmiş gibiydi. İrfan ehli ona “nefs” cariyesi derdi. Padişahın cariyeyi görünce, canı bedenine dar geldi. Malını, mülkünü, hazinelerini sarfederek o mah yüzlü cariyeyi derhal satın aldı.

Padişah, Cariyeyi aldı, muradına erdi, canı teskin oldu; lakin gelin görün ki, o güzel genç kıza bir haller oldu. Günden güne sararıp solmaya başladı. Gözünün feri gitmiş, gönlünün neşesi kaçmıştı. Şu dünyâda rahmetin tamam olmayacağını, pâdişah bile olsa dertsiz olmayacağını yeni öğreniyordu.

Cariyenin derdi yüreğini dağlayınca Padişâh her yöne haber saldı.  “Bana en mahir, en usta tabibleri getirin” diye ferman buyurdu. Sağdan soldan tüm tabibler gelerek huzûr-i saltanatta el pençe divan durdular. Padişah: “Canım ve ruhum ellerinizdedir. Zira canımın içi, biricik cariyem hastadır. O iyi olmadıkça bana gülmek haram; yaşamak ve nefes almak yasaktır” dedi.

“Dertliyim” dedi padişâh. “Bu dert aşk derdidir. Şifası ancak sevgiliye vuslattır. Bilen bilir, uzun söze ne hacet. Onun bir nazarı bir gülüşü, dünyalara bedeldir. İçinde cananın olmadığı bir alem, farzet ki ruhsuz bir cesettir”

Bunun üzerine tabibler birlik oldular, hep bir ağızdan söz verdiler. Hakk’ın iznini unuttular, inşallah demeyi akıl etmediler. Tabibler, cüz’î akıl gibi işlerin hakikatini göremiyordu. “Bizde her derdin devâsı vardır, her birimiz tabiblikte devrin İsası gibiyiz” dediler. Dokunduğumuz hasta iyileşir, nazarımız bin türlü ilaçtan evladır” diye iddialarda bulundular.

Inşallah demeyişleri yalnız dilde değildi, onlar gönüllerinden de inşallahı geçirmediler. Allah’ın izniyle iyi ederiz demedikleri gibi, bunu kalblerinden de söylememişlerdi. Oysa bu dünyada bir yaprağın bile O’nun izni olmadan yere düşmeyeceğini, bir şey vaad ederken düşünmek gerektiğini bilemediler.

Tabibler bu basiretsizlik içinde hastayı iyi etmek için ne çareler düşündüler ne tedbirler aldılarsa olmadı.  Hiç bir ilaç şifa vermedi, cariyecik ise günden güne soluyordu. Su verdiler ateşi arttı: bal verdiler acı kesildi. Ak sütler karardı, kara lahanalar ağardı. Hal böyleyken doktorların ümidi kesildi, utançtan ve sinirden saçları ağardı. Birbirlerini yemekten saç baş yolmaktan yoruldular. Nihayet başı kabak yalın ayak saraydan atıldılar.

Padişah doktorların aczini görünce, doğruca koşarak mescide girdi. Acz ve meskenet için diz çöktü ve secde etti. Gözlerinin yaşı sel olmuş akıyordu. Bu hal içinde iken mekânın ve zamanın kaydından çıkarak, fena denizine daldı. Cihânı görmez oldu, gönlündeki derdi unuttu. Hakk’ın huzurunda dilinin düğümü çözülünce yalvarmaya başladı:

“Ey benim güzeller güzeli Allah’ım, yaradanım! Yetiş” diye inledi.

“Ey benim derdimi benden daha iyi bilen, o dert tohumunu gizlice gönlüme eken, şikayetim yoktur bilirsin, güzeldir bana senden gelen.”

Saatlerce ağladı yalvardı, o ki cihânın pâdişâhıydı

Hak dergâhına kulluğunu ve köleliğini arzetti. Göz yaşları yanaklarından süzülürken, tatlı bir uykuya daldı.

Padişah böyle coşup aşka gelince Hakk’ın rahmet deryası da çoştu.

Öyledir, baharda toprağa çiçek açtıran yağmurdur, rahmettir. Ama rahmeti çoşturan da, toprağın arzusu ve kabiliyetidir. Şah, bu hâller içinde iken rüyâsında ona bir pîr göründü.

Pir ona dedi ki: “Müjdeler olsun Padişâhım, daha fazla ağlamayasın, yarın kapına bir garip gelirse, o bizdendir sakın hor bakmayasın.”

“Mahir bir hekimdir, ona inan ve güven.

Eli Hakk’ın elidir, canını teslim et ki kurtulasın.”

Hakk’ın varlığında fâni olmuş ve O’nun varlığıyla yeniden doğmuş bu mürşide can u gönülden bağlan. Kendi aklını ve tedbirini bir kenara koy ve ona dayan. Onun huzurunda varlık, benlik davasını bırak zira bu davayı güden ilk kişinin adı: Şeytan.

Ertesi gün şâh, o nur yüzlü hekimi görmek için pencerede beklemeye başladı. Çok uzaklardan tevazu içinde gelen bir pîr gördü, onu karşılamak için sarayın kapısına koştu. Görür görmez eline kapandı, ayağının altını öptü. Iki can hiç konuşmadan birbirlerini tanıdılar, belli ki ezelden dost idiler, birbirlerini kalû belâdan[1] tanıyorlardı.

Pâdişah, pîr huzûrunda küçük bir çocuk kesildi. Gönlü çoşuyor, dili ise sürçüyordu. Telaş için bir kaç kelime olsun toparlayabildi ve bir avazda derdini söyledi:

“Benim sevgilim o cariyecik değil, sensin bilirim

Lakin her iş için muayyen bir zaman vardır beklerim

Huzûrunda bundan böyle hizmet kemeri bağladım

Sen benim için Mustafasın ve ben de senin Ali’nim.

Padişâh pîre sarıldı, nehirlerin denize kavuşması gibi onun canı da pîrine karıştı. Sabırla ne nimetlere nail oldum diyerek, sükretmeye başladı. Derken ilâhî hekime câriyenin derdini ve bütün doktorların çaresiz kaldıklarını, bir bir anlattı. Pîr doktorların nerede yanıldıklarını ve câriyenin derdini hemencecik anladı, fakat pâdişâhın sabrını denemek için gördüklerini sakladı.

Onu câriyenin yanına götürdüler: “Beni hastayla yalnız bırakınız” diyerek hastayı özenle muayene etmeye başladı.

Gerçi o daha ilk duyuşta ve ilk bakışta hastanın derdini anlamış, nefesinden gelen yanıklıktan ciğerindeki aşkı koklamıştı fakat her işi usülunce yapmak Hz. Peygamber’in sünnetiydi. Bu yüzden önce hastayı muayene etmek gerekliydi. Cariyeciğin narin bileğinden nabzını tutarak ona sorular sormaya başladı. “Nasılsın kızım, iyi misin” dedi. “Anlat bakalım buralara nasıl geldin, nasıl oldu böyle dertlendin ve

kederlendin?”

Cariyecik ağzında birşeyler geveliyor, halsizlikten sözlerini tamamlayamıyordu. İlâhi hekim sordu: “Söyle kızım, bundan önce sen neredeydin bakalım. Anlat biraz da hâlini bilelim. Her şehrin halkına aynı ilaç verilmez, anlat ki seni hangi ilaç iyi eder görelim.”

Cariyecik anlatıyor, ilâhi hekim kızın nabzını tutuyordu. Sanki iğne ucuyla bir dikenin ucunu yerini arar gibi, o da genç kızın gönlüne batan dikeni bu sorularla arıyordu.

“Bundan önce Bağdat’taydım, sarayda hizmetçiydim. Ondan önce Rey şehrindeydim, Efendime hizmet ederdim.”

Kızcağız anlatıyor söylüyor fakat nabzında bir değişiklik olmuyordu. Fakat ilâhi hekim ona Semerkant şehrinden sormaya başlayınca, birden o nâzenin bilek titremeye ve nabzı hızlı atmaya başladı. Yüzü kızardı, bakışları canlandı. Belli ki bu Semerkant şehrinde bir sevgili vardı.

“Ne vardı o Semerkant şehrinde diye sorunca” İlâhi hekim, genç kız saymaya başladı: “Ah efendim o çok güzel bir şehirdi, benim bir hanım efendim vardı, gece gündüz hizmetine koşardım. Çok güzel bir şehirdi, gündüzleri güneşli geceleri her taraf ışıl ışıldı.”

“Başka neler vardı, dedi” hekim. Onun söyletmek gönlündeki derdi açığa çıkarmak istiyordu.

Cariye hemen atıldı: “Her şey vardı efendim, herşey… bağlar bostanlar, güller, gülistanlar, nehirler, altınlar, gümüşler ve mücevherler..  bir de.. bir de Gatfer Mahallesi’nde yaşayan bir kuyumcu vardı!”

İşte o zaman İlâhî hekime mâlum olan dert, aşikâr oldu. Genç kızın Semerkant’ta yaşayan bir kuyumcuya aşık olduğu, onun aşkıyla günden güne sararıp solduğu ortaya çıktı. İşin aslı böylece ortaya çıkmış oldu. Demek ruh padişahı, nefis cariyesine aşık iken, cariyenin gönlü “dünya” denilen bu kuyumcu için çarpıyordu. Kuyumcu, irfan ehlinin kitabında, “dünya sevgisi” demekti. İlâhî hekim genç kıza,

“Derdini anladım güzel kızım” dedi.

“Bana güven bunu kimseye anlatmayacağım. Kuyumcuyu getirip seni iyileştireceğim ama sen de bana bir söz ver. Bu iş aramızda bir sır olarak kalsın, sırrını kimseye söyleme ki, murâdına çabuk nâil olasın.”

Böylece cariyecik ile hekim anlaştı. Genç kızın içindeki ümitsizlik birdenbire ümîde ve kara bulutlar gibi içini kaplayan keder bir anda neşeye dönüverdi. Fakat kem gözlerin nazarı değmesin diye neşesini kimselere göstermedi. Hekime güvendiği için şifası çabuk geldi.

Dört bir yana haber saldılar, Semerkantlı kuyumcuyu arayıp bulması, tutup getirmesi için elçiler yolladılar. Elçiler doğruca Semerkant’a giderek kuyumcuyu buldu ve Türlü vaadlerle tekliflerle onun aklını çelmeyi başardılar. Kuyumcunun adı irfan ehlinin kitabında, “dünya” olarak geçiyordu. Kahpeydi, dönekti. Kaç yıllık karısını ve emzikli çocuklarını dünya nimetleri için bırakıp elçilerin peşi sıra saraya koştu.

Semerkantlı kuyumcu gelir gelmez, cariyecik ile halvet oldular. Padişahın aklına yatmasa da, ilahi hekime güveni tamdı. Bu yüzden içi kan ağlasa da, itiraz etmedi ve hiç sesini çıkarmadı.

Cariyecik ile kuyumcu, bir müddet birbirlerinden kâm aldılar. Siz deyin üç ben diyeyim beş ay kadar. Cariyenin keyfi yerine gelmiş, eskisi gibi gülüyor, şarkılar söylüyordu. Kuyumcu ile aşklarına had ve pâyân yoktu. Dillere destan oldular.  Aşkları çok ama çok büyüktü. Leyla ile Mecnûn’un aşkları kadar. Fakat şu dünyâda herşeyin bir sonu var. Hiç mümkün mü iki sevgili bir olsun da, saadetleri ebediyete erişsin. Her yazın bitiminde bir sonbahar var. Bülbülün saadeti elbet gülün ömrü kadar. Kuyumcuyla cariyenin aşkı da bir gün son bulacaktı.

Nihayet padişahın sabrı kabardı ve taştı. İlâhî hekime usûlünce derdini açtı ve yalvardı: “Sultanım ne vakte kadar sürecek bu ayrılık, ne vakte kadar sürecek bu kuyumcu belâsı? İçim yanıyor, aklım gidiyor, o ikisini mutlu ve mesut gördükçe benim ömrümden ömür gidiyor. Varsa bir hal çaresi, acı şu kuluna, göster maharetini. Şu kuyumcudan da bu belâdan da kurtar memleketimizi.”

İlâhî hekim böyle bir işâreti bekliyordu. “Sultanım siz rahat olunuz” dedi. Bundan sonra kuyumcu diye bir derdiniz olmayacak. Memleket ve halkın işlerine kalp huzuruyla koşacaksınız. Yalnız bana sarayın en mâhir kimyâcılarını ve en usta aşçılarını gönderin ki kuyumcuyu mat edecek iksîr-i azamı tarif edeyim.

O günden tezi yok ilâhi hekimin yaptırdığı iksir her sabah kuyumcunun içtiği içkiye azar azar katıldı. Kuyumcunun yüzü bu iksirin tesriyle günden güne sarardı, geceden geceye karardı. Bir sabah burnunda bir sivilce çıkıyor, ertesi gün gözünde arpacık bitiyor, saçı tutam tutam eline geliyor, çorba içerken dişi dökülüyordu. Câriye ilk zamanlar “nazar değdi, sevgilime, elbet bu gün yarın geçer” diyordu. Sonra baktı ki vaziyet karışık, kuyumcunun akibeti belli değil, yavaş yavaş ondan kaçmaya başladı. Hani kuyumcu da kaçılmayacak gibi değildi. Gece karanlıkta gören, insan değil bu derdi: “Gulyabani”

Nihâyet Câriyecik daha fazla dayanamadı, bir vakitler yana yakıla aşkını terennüm ettiği kuyumcuyu daha fazla görmek istemiyordu. Bir akşam vakti, sevgilisi yanına sokulmak isteyince çığlığı basıverdi. Içindeki hisleri de tutamadı birbir yüzüne sayıverdi:

“Seni nalet, yüzünü şeytan göresice şey.

Önce git bir aynaya bak,

Seni gulyabani kılıklı mendebur şey

Otur da dökülmüş dişlerini say

Kendini bana layık görüyorsan

Aklın da gitmiş  demektir

Bundan sonra beni düşmanın say

Cariye durmuyor söylüyordu. Canım işte insan kızınca ne söyler? Sayar, söver. Canına dokulunca nasıl ortalığı ateşe verir. Cariye de öylece o güne kadar içine attığı ne varsa bir bir döküyor, rahatlıyordu. Kuyumcunun çirkinliğinin sonu yoktu, bu yüzden bu acı sözlerin sonu da pek gelecekmiş gibi görünmüyordu.

“Kısa kesicem dedi” genç kız eski hukukumuza hürmeten.

Bir vakitler gözümün ve gönlümün nuru bir kuyumcuya aşıktım

Güzelliği dillere destan olan o gence ben tüm kalbimle bağlıydım

Sen kimsin sevgilime noldu bilmiyorum

İşin özü şu dostum

Seni bu dünya ve ötesinde asla görmek istemiyorum.”

Böylece kuyumcu apartopar saraydan atıldı. Hekimin verdiği iksir tesirini göstermiş ve beklenen fayda gerçekleşmişti. Câriye bir zamanlar uğruna canını vermeye hazırlandığı kuyumcunun bundan böyle ne adını duymak,  ne de yüzünü görmek istiyordu. Kuyumcu kendi ayağıyla seve oynaya geldiği saraydan  başı kabak yalın ayak atılmıştı. Kendince hayır olarak gördüğü  yoldan, hayal kırıklığı ile dönüyordu. Kendi zannıyla yola çıkanın, nefsinin ardı sıra gidenin başına gelecek eninde sonunda buydu.

Üstelik elinde avucunda ne varsa onu kaybetmiş, yetmezmiş gibi gençliği ve yakışıklılığı da gitmişti. Kur’an da haklarında “Yenilmiş ekin tanesine döndüler” hükmü verilenlere katılmıştı.

İlâhî tabibin tavsiyesi üzerine tertip edilen iksir, biiznillah hükmünü icra edince

Ve dünya denilen kuyumcu saçı başı dökülmüş, yüzü gözü buruşmuş olarak saraydan sürülünce

Câriye bir vakitler kendisine aşkla bağlı olan Pâdişahın adını anar, kendisini arar oldu. Zaten öyledir, nefis dünyadan muradını alamayınca, gerçek aşkı olan ruha çekilir. Bu defa da öyle oldu. Nefis dünyadan soğudu, gerçek aşkını buldu.

Ruh Padişâhıda, can sevgilisine, nehirlerin denizlere karışması, susuzların suya kavuşması gibi bir iştiyakla kavuştu. Aşıklar vuslat buldu, devlet huzura kavuştu; Pâdişâhın saltanatı bekâya kavuştu. Bir süre birbirlerine baktı aşıklar, halvet oldular, hayattan kâm aldılar. Sonra elele verip bâkî olan Allah’a yüz tuttular. Ona gönül verdiler, O’nun adını yücelttiler.

Bekâya dönen bâki olur,

Ol sebepten bu aşıkların ismi anılır oldu

Saltanatları ilelebed payidar oldu.

Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine

Hep beraber kulak verelim

kıssadaki hisseye…


“Dinle Neyden Hikâyenin İç Yüzünü

İşin aslını soracak olursanız arkadaşlar, bu kıssa bizim kıssamızdır, bu hikaye bizim hikâyemizdir.

 Birlik âleminden çokluk âlemine gelen ruh pâdişahı vücud denilen ülkeye hükümdâr olur. Bir gün kendi vücudu ormanında mârifet avlamak üzere yola çıkar. Yolu üstünde bir güzele rastlar ki bu güzel kendi güzelliğinden bir parça olan nefis câriyesidir. Bütünün parçada kendisini görüşü ve ona çekilişi gibi doğal bir hisle bu güzelliğe doğru çekilir. Adem babamızın kendinden bir parça olan Havva anamıza çekilişi gibi, tabi ve mukadder bir sevgi ile nefis câriyesine yönelir. Ona kavuşmak için can atar, devletinin ve saltanatanın bütün gücünü ve bütün himmetini bu işe yönelterek sevgili câriyesini satın alır. Ona kavuşur.

Fakat heyhât ki nefis câriyesi de dünyâ denilen kuyumcuya âşık olmuştur. Aklı fikri hep onda, gözü yolda gönlü yârdadır.  Ruh Pâdişâhının üzerine titrediği nefis câriyesi, gönlündeki bu gizli aşkın derdiyle günden güne sararıp solar. Nefis böyledir, Ruh pâdişahına eş olmadığı sürece içinde hep bir fânînin aşkı gizlenir. Ona kavuşamazsa tadı kaçar, nefesi kesilir.

Bunun üzerine Ruh Padişahı bir hâl çâresi düşünür ve saltanatın dört bir tarafına haber vererek, tellallar gönderir. Doğudan ve batıdan en marifetli ve en hâzık hekimler nefis câriyesini iyi etmek için saraya getirtilir…Bu hikâyedeki hekimler “cüz’î aklı” temsîl etmektedir. Cüz’î akıl olayları kendi açısından yorumlayarak, meselenin derinliğine ya da bütününe hakim olamaz. Hepsi gururla saraydan içeri girer, her biri kendini devrin Aristosu; zamanının Mesih’i gibi görmektedir. Kâmil bir üstadı kendisine rehber edinmeyen “Akıl” gururlu ve kibirlidir. Kendi başına her zorluğun üstesinden gelebileceğini düşünür. Herşeye gücünün yeteceğini sanır. Hikayedeki cüzî akıl doktorları da aynı hataya düşerek, kendi kendilerine bir takım çareler düşünür, hastaya tatbik ederler. Fakat her işte Allah’ın takdirini ve iznini gözetmek gereğini unutmuşlardır. Hazırladıkları ilaçlar, nefis cariyesinin hastalığını daha da arttırır. Allah’ın yardımı ve izni olmayınca tatlı sular acılaşır, bütün ballar sirkeye döner.

Pâdişâhın yalvarışı ile ilâhî rahmet coşar ve nefis hastalıklarını tedâvî eden bir İlâhi hekim gönderilir. Bu hikâyedeki İlâhî hekim mürşid-i kâmili temsil eder.

İlahi hekimin, yani kâmil mürşidin işlerine akıl sır erdirmek zordur. Kamil mürşid, Hz. Peygamber (a.s)’ın izi üzerinde giden ve onun velâyet sırrına varies olmuş kişidir. O nefsinin arzularından kurtulmak suretiyle, huylarını  Hz. Peygamber (a.s)’ın ahlakında yok etmiş, onun güzel ahlakını yaşamaktadır. Kendi arzuları kalmayan bu güzel insanın kalbi, Hakk’ın zât tecellisine mazhar olur. Yaptığından suâl olunmayan Hakk’ın zât tecellisi olan kâmil insanın yaptıkları da, bu sebeple kendisinden değil, Allah’ın hükmü iledir. İlahi hekim cüzi aklın anlayamayağı bir yöntemle işin hakikatini görür ve bir çözüm bulur. Cariyenin gönlü, günden güne çirkinleşen kuyumcıdan birden soğuyuverir. Zaten, iksire büyüye ne hacet, şu dünyada gönül her neye kendini kaptırsa, bir müddet sonra ondan usanır adını anmaz olur. Her vuslattan sonra aşk gider, onun yerine bir bıkkınlık hâsıl olur.

Tatbik edilmesi zor ve biraz da muhal olan bu çözüm, Padişahın teslimiyeti sayesinde kısa zamanda uygulanarak, ruh ve nefs denilen iki aşığı bir birinden ayıran düşman ortadan kaldırılır.

Ey dost sakın aldanmayasın, İlâhî hekimin bu tasarrufunda kendi arzu ve isteğini değil, Hakk’ın murâdını göresin. Zira İlâhî tabibin meşrebi, Musa (a.s)’ın iki denizin kavuştuğu yerde buluştuğu Hızır (a.s)’ın meşrebindendir. Onun tasarrufu nefse ağır gelse de laf etme, kendine gel. Nefse ağır gelen ruha safâdır. Tene acı gelen ruha şifâdır.

Her ne kadar ben sana bu bizim hikayemizdir de desem,

Bu hikayede nefis ile ruhun bir oluş hikayesi anlatılıyor da desem

Görüyorum ki senin aklın “ilahi hekim”in tasarrufunda kaldı. Kendi aklınla çözemediğin işi reddetmenden korkarım.

O halde ben sana mürşidin hakikatini anlatan bir kıssa anlatayım

Kıssanın bereketinden siz nasiplenin, ben de hayırlar bulayım.



 


6 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page