top of page
Ara
  • Arzu Eylül Yalçınkaya

İki denizin buluştuğu yer

 Hz. Musa (a.s) kendi zamanın da Allah’ım seni benim kadar çok bilen biri var mı, diye sorması ve Yüce Allah’tan kendisine iki denizin buluştuğu yerde ilahi bir rehber ile buluşmasının emredilişi beyanındadır.

Bir vakitler Hz. Musa, iki denizin buluştuğu yere kadar gideceğim -hatta gerekirse- senelerce gidecek ve bana Allah ilmini öğretecek o kâmili buluncaya kadar da durmayacağım” diye ahdetti.

İki denizin buluştuğu yer neresiydi? dediler ki Musa bütün ilimlerin sahibiydi, o zahir ilminin içine dalmış ve adeta derya kesilmişti. Ancak bir ilim vardı ki, ona ilm-i ledün denirdi. Kalplerin, batınların, hakikatlerin ilmiydi. Hızır(a.s) ise batın ilminin derinliklerine dalmış, o ilmin deryası olmuştu. Hz. Musa işte bu batın ilminin talibiydi. İki denizin buluştuğu yer, Hızır ile Musa’nın buluştuğu yerdi.

Hz. Musa, vaad edilen mevkide Hızır (a.s) ile buluştu ve ona dedi ki:

“Sana öğretilen hakikat ilmine müştakım. Batın ilmini bana öğretmen için senin peşin sıra gelmek isterim. Müsaaden var mıdır?”

Hızır Hz. Musa’nın bütün işlerini aklın kanunun çizdiği sınırlar içerisinde üzere yapmayı adet edindiğini ve gönül ilminin kendine has hallerinin ona zor geleceğini düşünerek, bir öğretmen şefkatiyle: “Sen benimle beraberliğe sabredemez, yaptığım işleri görmeye dayanamazsın” dedi.

Hz. Musa Allah’ın peygamberiydi, sabırlıydı, inançlıydı.

“Eğer Allah izin verirse” dedi beni “sabredenlerden bulacaksın. Sana hiç itiraz etmeyecek ve karışmayacağım. Sen işlerin iç yüzünü anlatıncaya kadar, sana hiç bir şey sormayacağım.”

Hızır ile Musa birlikte yürümeye başladılar. Hızır bir mürşid olarak anlatıyor, Musa kemal-i edep ve hayretle dinliyordu. Bir gemiye bindiler. Sohbetin orta yerinde Hızır, elindeki bir cisimle geminin orta yerine büyükçe bir delik açtı. Bunun üzerine gemi yavaş yavaş su almaya başladı. Belki bu delik, o gemiyi batırmazdı ama ne kadar olsa yalpalamaya başlamıştı. Durumu öğrenen kaptan ve mürettabat, el birliği içinde gemiyi doğrultarak en yakın limana kendilerini dar attılar, canlarını da mallarını da zor kurtardılar. Bütün bu karışıklığa neyin sebep olduğunu bilen Musa, duruma daha fazla dayanamayarak ve ilk defa Hızır (a.s)’a

İtiraz etti.

“Doğrusu” dedi. “Yaptığın işi aklım almıyor. Bu yaptığın kitaba ve sünnete uymuyor. Sen insanlara eziyet etmek, canlarını tehlikeye atmak mı istiyorsun?” diye merakla sordu.

Hızır bu itirazın geleceğini biliyor ve bekliyor gibiydi. Derhal Musa (a.s)’a dönerek kendisine olan vaadini hatırlattı:

“Ben sana yaptığım işlere dayanamazsın, benimle olmaya sabredemezsin, demedim mi?” İşlerin hakikatini görmek kolay değildi.

Musa bu yanlışı için unutkanlığını ileri sürdü:

“Unuttuğum ya da unutturulduğum şey için beni azarlama. Zira unutmak insanın elinde olan bir şey değildir” diyerek hocasının affına sığındı.

Hızır (a.s) merhametliydi. Hadi bakalım, öyle olsun dercesine başını sallayarak yola devam etti.

Bir süre daha yola devam ettiler. Musa soruyor, Hızır anlatıyordu. Derken yolda bir erkek çocuğuna rastladılar, bu çocuk dünya tatlısı pek sevimli bir yavrucaktı. Hızır, masumiyet ve temizliğin sembolü gibi duran bu çocuğun oracıkta canına kıyıverdi. Işte o anda Musa ne olduğunu, neye uğradığını şaşırdı. Doğrusu bunu hiç beklemiyordu. Hayret ve dehşet içinde sordu:

“Sen saf ve temiz bir cana kıydın. O hiç kimsenin kanına girmemiş, tertemiz bir masumdu. Bu kötülüğü niçin yaptın?” diyerek itiraz da bulundu.

Bu ikinci itirazıydı. Hızır (a.s) mütebessim bir ifade ile Musa’ya dönerek, aynı vaadi hatırlattı:

“Ben sana benimle yolculuk zordur, dayanamazsın, işlerin hakikati gizlidir, göremezsin dememiş miydim?” diye cevap verdi.

Musa birden kendine gelerek vaadini ve uyarıldığı şeyi hatırladı. İşlerin zahirine bakıyor ona göre hüküm veriyordu. Halbuki bu halk nazarında belki doğru olsa da, herşeyin batını olan Allah indinde eksik bir hükümdü. Ancak bilmediğini öğrenmeye kararlı olan Musa, Hızır’dan özür dileyerek:

“Haklısın” dedi. “Artık sana karşı bir bahanem kalmamış bulunuyor. İtiraz etmeyeceğime söz veriyorum, ama olur da yine aynı hataya düşersem bundan sonra yollarımızı ayırırız. Seni daha fazla yormam” diyerek hocasından izin aldı.

Ve birlikte yol almaya devam ettiler.

Bir süre sonra bir kasabaya eriştiler ki bu kasaba halkı kaba saba insanlardan oluşuyordu. Misafir hukuku bir yana insanlık da bilmiyorlardı. Çar naçar kasabayı terkedecekleri bir sırada Hızır bu kasabanın içinde yıkılmak üzere olan bir duvar gördü. Dönüp o duvarı tamir etti, sapasağlam yaptı. İşini bitirip Musa (a.s)’a döndüğünde, talebesini düşünceli ve biraz da öfkeli buldu. Musa şaşkındı bir müddet yol aldıktan sonra dayanamayarak:

“Dileseydin” dedi “Bu yaptığın işe karşılık bir ücret alırdın”

O zaman Hızır (a.s) “Artık bu son oldu” dedi. Biliyorsun, itirazın üçü bulduğunda yollarımızı ayıracaktık. Ancak gel yanıma da ayrılmadan önce sana işlerin iç yüzünü anlatayım” dedi, bir bir hakikatleri söylemeye başladı.

Gemi meselesine çok kızmış, haksızlık yaptığımı düşünmüştün ama işin hakikati şöyleydi: Gemi denizde çalışan kendi halinde yoksul denizcilere aitti. Az ilerde de sağlam gemileri ele geçirerek yağmalayan bir kral vardı. Eğer bu sağlam gemiyi görürlerse, sahiplerini öldürecek, gemiye ve mala el koyacaklardı.

O sevimli çocuğa gelince, o da şimdi şirin olmakla beraber ilerde büyük kötülüklere sebep olacaktı. Anası babası inanmış kimseler iken, bu çocuk büyüyünce ana-babasını azdırıp yoldan çıkaracaktı. Bu çocuğun canı günaha girmeden Hakk’a kavuşurken, ana babasının imanı da muhafaza oldu. Allah’ın ilerde kendilerine hayırlı bir evlat vereceğine inanıyor ve dua ediyorum.

Son olarak o duvarı tamir etmeme gelince, o işin hakikati de şudur: Bu duvar iki yetim çocuğa aitti. Duvarın altında ise onlar için saklanmış bir define vardı. Eğer o duvar yıkılsa, o define ortaya çıkacak ve çocuklar aileleri tarafından kendilerine bırakılmış bu nimetten mahrum kalacaklardı. O duvarı tamir ettim, çünkü çocukların o defineyi yaşları kemale erince kendilerinin bulmasını istedim. İnşallah da vakti gelince, o nimete erişsinler diye dua ediyorum, dedi.

İşte ey Musa, ey benim canım talebem bil ki yaptıklarım da nefsimin bir arzusu yoktur. Ben Allah’ımın emrini yerine getirdim, yaptığım işte kendi tasarrum yoktur buyurdu.

Dinle Neyden Hikayenin Özünü

Sevgili arkadaşlar, kâmil mürşit, Hakla Hak olmuş,  “ben de beşerim ama bana vahyoluyor” sırrına ermiş ve bu hâliyle Hakîkat-i Muhammediye güneşine ayna tutmuş bir güzeldir. O sûrette küçük fakat mânâda her şeyi kendinde toplamış olandır. Kendisiyle muâmele aynı Hakk’la muâmele gibidir; “denizler mürekkep ağaçlar kalem olsa” onun  hakîkati yazmakla bitiremezler.

Şeyh mânevi bir yola girerek, seyr ü sulûkunu tamamlamış kişidir. Kendisinden Hakk’ın velâyet sıfatı tecelli eder. Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Allah’ın velileri, görüldüklerinde Allah’ın hatırlandığı kimselerdir.’ Onlar Allah’ın velileri diye isimlendirilirler.

Kâmil mürşid, evvelce aşk mektebinin sıralarından daha önce geçip bu uğurda çok zorluklar aştığından, aşk yoluna yeni sülûk edenlere rehberlik eder. Kabiliyetleri ölçüsünde onları kemâle erdirmeye gayretindedir. Öncelikle helal ve haramı, faydalı ve zararlıyı onlara bildirir, Hakk’ın emirlerini tutmayı tavsiye eder.  Sonra yolun inceliklerinden, edebinden, yalnız aşıklara farz olan hallerinden bahseder. Mürşid-i kâmil söz ve hâliyle dervişlere örnek olan bir rehberdir. Hiç konuşmasa bile  kalbi ve nazarı güzel koku gibi tesirlidir.  Konuşmasa bile etrafa tesir ederken bir de konuşup hâlini dile getirdiğinde o zaman terbiye tamamlanır.

Sevgili dostlar, akl-ı selim olan kimse öğretmenden başçevirmemiştir. Hz. Peygamber dahi, Cebrail olmayaydı, rabbimi bilemezdim buyuruyor. Bir halvet deminde, Hz. Ali’ye  “sen sen ol, bir akilin gölgesinde bulun, bir kamilin sohbetini ihtiyar et” buyurduğu rivâyet edilmektedir. Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’ye tavsiye ettikleri bu nasihat ile, zımnen kıyâmete kadar gelecek bütün ümmetine de kendi devirlerinde bulunan kâmil bir zâtın sohbet halkasında bulunmayı tavsiye etmektedirler. Hal böyleyken, Cenâb-ı Allah’ın en büyük lutfu bir insana kâmil bir mürşid buldurmasıdır. Mürşidi bulunca da ona teslîm olmalı, sohbetine katılıp hizmetine koşmalıdır. Onun huzuruna biliyorum iddiasıyla ve benlikle değil, öprenme aşkı ile boş bir sayfa olarak gelmelidir. Zira tahkîk ilmi indinde, mürşid huzûrunda akıl ve zekâ ile elde edilen ilmi dile getirmek edepsizliktir ve mürîde gereken bildiğini unutup mürşidin bildiği ile amel etmektir.

Mürşidden baş çeviren ve insandaki kemali göremeyen illâ iblistir.[1] Kur’an’da bütün meleklerin Adem’in önünde eğildiği sırada, “Ben ondan hayırlıyım iddiasıyla Adem’in önünde eğilmeyen ancak şeytandır.” Bu tehlikeden kurtulmanın en çok ben biliyorum iddiasını bir kenara bırakmak ve zat tecellisine mazhar olanın sözünü dinlemek, izini tutmaktır. Dostlar, ilk ayette ne buyuruluyor. “Oku!” Kim ki okumadı ve bu bana yeter dedi, o kaybedenlerden oldu. Kâmil insan her an okuyan, kainat kitabını satır satır belleyen, taklid ilmi ile değil tahkik ilmi ile iş gören bir güzeldir. Hemen Allah kendisine erişmek ve bir pınardan kana kana su içer gibi onun manasından Allah ilmini tahsil etmek nasip etsin.

Ben de bu rahatsızlık yoktur demeyelim.

Sakin sakin akan dere de kendindeki pisliği bilmez. Hadiseler rüzgarıyla bir sallanmaya görsün, hemen bulanıklığı gider, karışır, pisliği açığa çıkar.

O nedenle herkese, derinlerdeki pisliği görüp temizleyecek bir mürşid şarttır. Ben biliyorumdan geçip,

Terzi elindeki kumaş, doktor elindeki hasta, fırıncının elindeki un ve

ve gassal elinde meyyit gibi ona teslim olup

bir mürşide el vermedikçe

Allah korusun, “ene hayrun minhu” diyen şeytanın haline düşmek tehlikesi her an orada durmaktadır.


 

[1] Bakara suresi

4 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page