top of page
Ara
  • Arzu Eylül Yalçınkaya

Şikayet ile şükür arasında

Eylül ayı.. Varlığı ile yokluğu duyulmayan, o tatlı esinti. İnsanı ne güzel sarıyordu. O sabah neşe içinde uyandı. İyi bir uyku çekmiş, Yazın insan vucûdunu hantallaştıran etkisi artık çekilmişti. Bu yüzden bir kaç gündür klimayı açmadan bütün yaz boyunca istediği ama yapamadığı şekilde üstüne bir örtü alarak uyuyor ve dinlenmiş olarak uyanıyordu. En sevdiği mevsim olan sohbahar nihâyet gelmişti. İlkbaharı da severdi ama onda bir çiğlik hamlık vardı ki, havanın zaten güvenilmez olan tabiatına bir de mevsimin tereddüdü eklenince, durum biraz yorucu olabiliyordu. Ama sonbahar öyle miydi? Görmüş geçirmiş, çalışmış yorulmuş ve emeğinin meyvelerini toplamış olmanın olgunluğu ile insana güven telkin eden bir havası vardı.

Bu tatlı sonbahar gününde yapılacak binlerce işi olmasaydı belki çok daha keyifli uyanabilirdi. Ancak “Dünyada rahmet tamam olmayacağını” bilecek yaştaydı.  Öyle ya müminin her vakit bir derdi, bir meşgalesi vardır. Testi bulsa, suya uzak düşer; su bulsa, testisi kırılır.  Vapuru yakalasa, akbili biter, akbili olsa vapuru kaçırır. O nedenle üzerinde durmadı, bir çok resmi dairede işinin olduğu böyle bir günde hiç olmazsa havanın tatlılığı ona işini kolaylaştıran güzel bir sebep olarak göründü. Üstelik kendisine yardımcı olacak bir arkadaşı da vardı, birazdan onunla buluşacaklar ve gidilmesi gereken bütün resmi kurumlara birlikte gideceklerdi. Kararlaştırılan saate çok kalmadığını görerek, sabah keyfine bir son verdi, acele tarafından bir kahvaltı yapıp, çantasını kaptığı gibi dışarı fırladı.

İlk durak elektirik idâresi oldu, sözleşmenin devir teslimi eskiden uzun süren bir işlem iken, son bir kaç yılda yapılan düzenlemelerle süreç çok kolaylamıştı. Doğalgaz işini halletmek için yola düştüklerinde Elif:

“Yarım saati bulmadan işimizi halletmiş olmamış bir mucize değil mi?” diye sordu. Arkadaşı:

“Şimdi lafı ağzımdan aldın, gerçekten büyük kolaylık” diye onu onayladı. İki arkadaş belediye hizmetlerinin son on yılda ne kadar farkettiğini, bu alandaki yenilikleri konuşa konuşa ikinci duraklarına ulaştıklarında, saat 12’ye yaklaşıyordu. Dairenin kapanmasına yarım saat vardı ve işlemin uzunluğu sebebiyle yetiştiremeyeceklerini düşünüyorlardı. Ancak beklediklerinin tersine orada da süreç hızlı ilerledi ve yarım saati bulmadan oradaki işlerini de halledetmeyi başardılar. Geriye bir de sular idaresindeki işlem kalıyordu ki artık o iş öğleden sonraya kalıyordu. Bu arada Üsküdar’da Harem yolu üzerinde bir balıkçıda, balık-ekmek yiyerek vakitlerini değerlendirdiler. Hem bu tatlı Eylül günün de tadını çıkarmış oldular. Vakitlice kalkıp dairenin açılmasından beş on dakika önce sıraya girdiler. Bekleyenlerin çokluğu gözlerini korkuttu. Buraya kadarmış, hissini veren bir bezginlik ve ümitsizlik içinde sıraya girdiler. Beklerken, zaman kazanmak adına fotokopi, imza gibi gereken diğer işleri halletmeyi akıl ederek iş bölümü yaptılar. Ancak hayret verici şekilde sıra hızlı ilerliyordu ve daha işlerini halledemeden sıra kendilerine gelmişti. Memurun veznesine son anda yetişerek arz-ı hâl ettiler.

Memur, abus çehreli tıknak bir adamdı. Belli ki yıllardır aynı işleri yapmaktan yorulmuş ve aynı dar alanda çalışmaktan içi fazlasıyla daralmıştı. Oysa iki arkadaş veznenin önünde, kendilerini dünyanın en şanslı insanı hissederek duruyor ve sevinçten kulaklarına varmak üzere olan ağızlarını toparlama gereği duymuyorlardı. Memur işini yaparken, aralarında fısır fısır bir konuşma başladı:

“İnanılır gibi değil” dedi Taner, “eskiden en basit bir işlem için bile kaç gün git gel yapardık. Şimdi erken kalkan biri neredeyse öğlene kadar bütün işlerini halledecek demek.”

Elif hak verdi: “Gerçekten çok büyük fark, hizmetlerin farklılaştığını duyuyordum da, bu kadarını beklemiyordum.”

O heyecanı başkalarıyla da paşlaşmak kastıyla , zaten konuşmalarına kulak misafiri olan memura da laf attılar. “Maşallah, herşey ne kadar güzel ilerliyor. Gerekli birimleri filan da bina içine koymuşlar, hemencecik de sıra geldi. Ne diyelim, çok güzel.”

Ancak memurun abus çehresinde her hangi bir ifade değişikliği olmadığı gibi, söz konusu tespitleri onaylamaya da yanaşmadı. Bunun üzerine iki arkadaş, sabahtan beri hizmet kalitesine yönelik fark ettileri ne kadar değişim ve gelişim varsa kısaca bir özet geçmeye başladılar. Samimiydiler, haklıydılar. Lakin memur kabul etmek istemiyordu. “Efendim, herşey öyle göründüğü kadar kolay değil, bilmediğiniz şeyler var.” gibisinden beylik sözlerle pozitif yaklaşımın önünü kesmeye çalıştıysa da bunda başarılı olamadı. Olamayacağını da yavaş yavaş hissetmeye başlıyordu. Çünkü zor dediği işleri yaparken, oturduğu sandalyeden bile kalkmamış, önceden o makamdan o makama koşturarak saatler içinde gerçekleştirilecek işlemi, birkaç klavye tuşuna basarak halledivermişti.

“İşleminiz tamalanmıştır, size kolaylıklar dilerim” diyerek konuyu kapadı. İki arkadaşın, bu son işlemle artık tamamiyle kulaklarına bitişmiş ağızları ise kapanacağa benzemiyordu.

Elif düşündü, “Niçin insan kendine hayatı zorlaştırmaktan zevk alır.” Soruyu arkadaşına tevcih etti. Taner:

“Haklsın dedi, niçin. Şu memuru düşünsene, suratını asacağına gülümsese ömrüne ömür katacak. Halbuki şu haliyle bir kaç yıla kadar, kasılıp kalma tehlikesi içinde.

Cevap güzel bir konunun başlangı oldu. Elif:

“Barış içinde huzurla yaşıyorsun, sağlıklısın, işin var, güzel bir düzenin içindesin, ay sonu hasbel kader maaşını alıyor,  faturalarını ödüyorsun..”

Taner “Allah ömür vermiş, görüp geçirdiğin yaşların olmuş da bir insanın niçin yüzün gülmez.”

Elif, “İnsan niçin kendisine hayatı zorlaştırır, niçin mutlu olmaktan korkar kaçar?” dedi düşünceli bir sesle.

Belki cevap şudur diyerek ekledi: “Güzel olanla nasıl başa çıkacağını bilemeyen insan, nasıl şükredileceğini bilemeyen insan şikayetle yaşamanın, yani alışılmış olanın kolaylığını tercih ediyor.”

Onlar kolay olanı tercih etmediler. Uyanık olmak istediler. Trafikte eve dönmek için beklerken bunu güzel geçen bir sonbahar gününde, yaşadıkları nimetleri saymak ve onlara şükretmek için bir fırsat bildiler. Saymaya çalıştılar, ancak “Rabbinizin nimetlerini sayamazsınız” hükmü gereği buna muvaffak olamadılar. Şükretmek istediler. Hesabını tutamadıkları nimetlerin şükründen aciz olduklarını gördüler. Nefes alıyorsun, sağlıklısın, aklın fikrin yerinde, işlerin çok ama Allah’tan yapacak bir işin var, onun bunun   başına musallat olmamışsın, karnın tok, senin için taktir edilmiş hayatı sürüyor, kendini ve bu vesileyle Rabbini tanıyorsun. Hadiselerin seyrinde Hakk’ı müşahede ediyor bu müşahedenin idrakine vardığında, yaradılışının gereğini yerine getirmiş oluyorsun. Kulsun, kulluğunu yaşıyorsun. Derşn bir nefes alıp verdiler.

Eylül ayı, tatlı bir esinti.. Dingin bir  sonbahar gününün tatlılığı… Herşey, kendisini farkedeni sarıp sarmalamak için bekliyordu. Bu mevsim insanı demliyordu, olgunlaştırıyor, durultuyordu.

İki arkadaş, böyle güzel bir günde sağlık içinde bir nefes alıp verebilmenin şükrünü bile etmekten aciz olarak ve bu aczde kulluğun tadını duyarak,

evlerine döndüler.

0 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page