top of page
Ara
Arzu Eylül Yalçınkaya

New York Fenomeni II: “Soho’da Hatib Olmak”

B.

New York’la mükalememiz mevsim itibariyle bugün daha çok iç mekanlarda geçecek sanıyorum. Sevimli Fransız kafesinden çıktıktan bir on beş yirmi dakika sonra yolumuzun üzerindeki bir kiliseye girdik. Kimsecikler yok. Arada bir niyaz ehli geliyor, bir mum yakıp dua ediyor. Ben tabi kürsü görünce dayanamayan yılların hatip ve vaizi olarak -meslek hastalığıdır mazur görülsün-

ilk iş sunağın önündeki kürsüye yöneliyor,

ve hatibi ve cemaati kendimden ibaret olan, bir vaaz u nasihate başlıyorum.

“Hikmet müminin yitiğidir, onu nerede bulursa almalıdır” emr-i Peygamberisine uyarak, burada açık bulunan dua kitabındaki satırları şimdi kendime nasihat olarak okuyorum:

Diyor ki: sol tarafta “All mighty ever living God, who govern all things, both in heaven and earth..”

Sağ tarafta ise, “Almighty ever living God, direct out action according to your good pleasure.. we may abound in good works.”

Tercüme-i hale gelecek olursak.

Her işin başı Allah’ı tanımaktan geçiyor. İlk ifadenin özetle tercümesi yapılacak olursa, “göklerin ve yerin hakimi olan, herşeye hükmeden Allah’ım..” denilebilir. Şerhine gelecek olursak, o da hülasaten şöyle yapılabilir: Bir mümin ki, Allah’ın birliğine iman etmiş, büyüklüğüne itimad etmiş, sözüyle ve fiiliyle herşeyin Allah’ın yed-i kudretinde olduğunu teslim etmiştir bu ilim ona iki dünya da kafidir. Dünya ve ahiret saadetini temin edecek ilim bütünüyle bu ifadelerde mevcuttur. Sağ tarafta ise özetle söyle deniyor: “Yüce Allah’ım bizi razı olduğun işlere ve amellere sevket” hasılı bizi sırat-ı müstakime sevket Allah’ım.

Bu iki vaazdan çıkan nasihat: İman ve amel birlikteliği olarak özetlenebilir. İlim, yani Hakk’ın birliğini kabul etmek ve amel ise, bu ilmin gerektirdiği şekilde her işinde ve muamelende edebi muhafaza etmekten ibarettir.

Tabi bu metni bir rahip arkadaşımız yorumlasaydı tevhide ne kadar işaret ederdi orası bilinmez ama değil mi ki biz Müslümanlar okumakla sorumluyuz, o halde okuyacağız. Şerhini de elbette kendi inancımızın imkanları ölçüsünde geniş tutacağız. Her satırda tevhidi/Allah’ın birliğini okuyacağız. Bi’t-tabi tevhidin de çeşitli dereceleri var. Yaşın ve idrakin ilerlemesiyle, tevhid idraki de artıyor. Nacizane, şimdilerde ne okursam orada Hakk’ın birliğini okuyor ve neyi şerh edersem oradan ameli bir hikmete ulaşmak gayesini güdüyorum. Kendimi bildim bileli okuduğumdan olacak, artık hareket etmek, üstüste yığdığım bilgi dağarcığını açıp dağıtmak, düşünceye, söze ve fiile dökmek istiyorum.

Dildeki davaya elde hüccet isterler Eylülcan. Madem iman ettin, ilim devşirdin bunun da türlü işaretleri var. Söz ve kelam da bir yere kadar. Dilinle söylediğin hakikatin halinden ve işinden taşması gerek. Aklın teslim oldu, kalbin mutmain oldu ama iş orda kalmaz. Her uzvun da kendince bu teslimiyet ve imanı sergilemesi gerek. İşte o zaman dildeki davaya hüccet olarak, elinde bir işin, delilin olmuş olur. Kafan rahat, gönlün mutmain olduğu gibi azaların da bu inanca göre hareket etmekle imanlarını ikrar etmiş olur, felah bulur. İşte o vakit, niyet, söz ve fiilinin uyumundan, vücud ülkesinde tevhid gerçek anlamda temin ve tesis edilmiş olur ki bunun neticesi ise tek kelimeyle: “Huzur”dur.

Kilisenin kapısı sabah ayininden akşam ayininin nihayetine kadar açık. Dışarıda şu işin peşinde, bu endişenin ardı sıra koşturan koca bir dünya var. İnananlarına ve bağlılarına rehberlik etmek üzere, adeta bir sığınak gibi hizmet veren bu Tanrı evine, günün şu saatinde kim gelir, kim gider? Niçin gelir, niçin gider? Az önce bir teyzem geldi, mum yaktı, dua etti gitti. Arka sıralarda bir ablam, huşu içinde şimdi bir şeyler okuyor, dua ediyor. Ben yazıma dalmışken bir kaç kişi daha ziyaret edip çekilmiş olabilir. Çok ayırdında değildim. Ama bu geliş gidişler, -kalem sahibine de şamil olmak üzere- şu soruyu hatıra getiriyor: “Huzur-i Hak’tan talebin nedir? Bir menfaat için mi buradasın, yoksa aşk zinciri mi seni çekip bu huzura sürüklüyor?”

Bu soruya cevap verirken çok idealist olmak, kulluğunu ve haddini bilmemek olacaktır. Kul ihtiyaç içinde. Affa, sevgiye, temizlenmeye, korunmaya ihtiyacı var. Kimi zaman açlığın, kimi zaman yokluğun pençesinde. Hakk’ın Cemal ve Celal tecellilerinin mazharı olan insan birbirini takip eden iki an içinde halinin ve kemalinin devam edeceğinin garantisini veremez. Onun garantisi yok. Hem kararsız bir varlık olan insan kah, bir cemal dalgasıyla hayır işlerine yönelir kah bir celal ve kahır tecellisi onu yere çalar da sefahate yönelir. Madem bunlar “kul kusurdan hali olmaz”, hakikatince insandan görünen hallerdir, o halde yine Hakk’ın işleri karşısında, kula düşen de hükmünün icap ettirdiği gibi hareket etmekten başka nedir?

Daha açık söyleyelim: Düştüm mü, eyvallah. O vakit hemen Hakk’ın ipine sarılırım. Duaya, zikre koyulur, Allah’ın rahmetine sığınır, O’ndan yardımın talep ederim. Kalktım mı, o vakit Hakk’ın huzuruna varır şükrümü arzeder, bana lütfettiklerinden etrafıma bezlederim. Her halükarda düşe kalka da olsa, istikamet yolunda sebatımı dilerim.

Peygamber(a.s)’ın hadisinde buyurulduğu gibi, “Müminin iki hali var: Ya bir belaya duçar olur, sabreder; ya bir nimete nail olur şükreder..” Hasılı mümin her halini Hakk’ın eline yapışmak için vesile olarak addeder. Herşey bir vesiledir. Nimet ve mihnet suretinden görünenin gerçekte Hakk’ın, kulunu huzuruna çekmek için kullandığı bir kemend olduğunu bilir ve ona göre amel eder.

* * *

İçeride çok tatlı bir sıcaklık var. Dışarıya çıkmaya korkuyorum.

* * *

Bu vaziyet, bana soğuk kış günlerinde, ders aralarında dinlenmek için “İlahiyat Fakültesi Camii’ne sığındığımız günleri hatırlattı. Bazen, kışın çetin günlerinde, öğleden sonra kısa bir kaylule ile yorgunluğumuzu atmak için bazen de akşam namazını beklerken bir sonraki dersin hazırlığını yapmak için, ama mutlaka biraz ısınıp kendimize gelmek niyetiyle camiye sığınırdık. Bir de Mescid-i Nebevi’nin geniş ravzası var ki.. Sıcak Ramazan günlerinde yaptığımız Ravza ziyaretlerinde, mabedin serin havası bize cennete açılan manevi bir pencereden esen uhrevi bir nefesi çağrıştırırdı. Tazelenir daha bir aşkla zikre koyulurduk. Şimdi de New York’un keskin soğuğundan yine bir mabedin korumasında buluyorum kendimi. İbrahimi geleneğin izleri biraz silinmiş olsa da, sığındığım bu mekanda gördüğüm herşeyi tevhid nuruyla okumaya gayret ettim. New York bu durumdan şaşkın, öyle bir kenarda oturuyor. Madem tevhide yükselmekle ruhumuz ve bedenimiz gıdalandı, şimdi kesrete dönelim, kesrette vahdeti bulalım.

Evet, artık yola çıkma zamanı.

* * *

New York’un çok büyük bir şehir olduğu gerçeği ve bunun neticeleri:

New York’ta yürüyorum. Yani yürümeye çalışıyorum. Şu saat itibariyle şehirde ciddi bir hareketlilik var. Kaldırımlar kalabalık, tarafik sıkışık, trafik ışıkları ve levhalar bir karışık. Sağa sola, mağazalara, ya da şehir manzarasına bakarken tedbiri elden birakmamalı. Birden bir yaya önünüze atlayabilir, kaldırımdan eskaza çıkarsanız bisiklet yoluna düşersiniz, ordan kaçayım derken kendinizi trafiğin ortasında bulursunuz. O da iyi bir dayak yediğiniz an olacaktır. Gerçekten zor dakikalar geçiriyorum. Boston haliyle buraya göre sakin bir şehir. Genelde bir yerden bire yere giderken, -şehir merkezine çok yakın değilseniz- yolda, kaldırımda otobüste rastlayacağınız insan sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Bu nedenle biraz hamlamış ve pratik zekamın bir kısmını da paslanmaya bırakmış olabilirim. Hepsi mümkün. Ama unutulmasın: Şu sıralar Watertown kasabasından gelen bir safdil olabilirim ama ne de olsa yılların koca İstanbullusuyum. Değme New York’lu elime su dökemez.

Ahhh.

Ben böyle bir elimde kağıt bir elimde kalem durmadan yazarken, haliyle karşıdan gelen ablamı da göremedim. Bir güzel çarpıştık. Ehh, ziyanı yok büyük şehir burası, arada olur öyle şeyler.

* * *

Küçük yerleşim yerlerini tercih edenlerin büyük şehirlerle ilgili genelde şöyle söylemlerde bulunduğunu hepimiz duymuşuzdur: “Ama büyük şehir çok zor.” “Aman o kalabalık, o karmaşa, kimin ne yaptığı belli değil.” “Kardeşim trafiği bir dert, insanları bir dert”. “Ömür törpüsü, ömür.” “Yeter artık, tası tarağı toplayıp Bodrum’a taşınıyorum.” Ben de bu sözlere katılıyorum, özellikle son iki yorum bizzat tarafımdan defalarca dile getirilmiştir. Ancak bütün zorluklarıyla beraber, hatta bilhassa bu zorluk gibi görünen durumlar sebebiyle, büyük şehirlerin insan hayatını çok kolaylaştırdığını da düşünüyorum.

Meseleyi daha farklı bir açıdan ele alacağımız anlaşılmış oluyor. Buna göre başka bir ifadeyle konunun yönünü belirleyelim. Nacizane otuz küsur yıllık ömrümde, çeşitli ebatlardaki şehirlerde yaşadığım için artık bu konuda daha isabetli bir hüküm vermiş olduğuma inanarak, son kararımı söylüyorum: Bundan maada büyük şehirde yaşamak niyetindeyim. Çünkü büyük şehrin, insan kemali ve yetkinliği için pek büyük bir imkan olduğunu anlamış bulunuyorum. Nasıl mı? İzah edelim efendim.

Çok farklı hadiseler insandaki farklı yönleri harekete geçiriyor.

Farklı insanlarla münasebet insanın kendi insanlık cevherinde saklı olan bir çok kabiliyetle bilfiil tanışması anlamına geliyor. Bazen, kaldırımda giderken önümüze yaşlı bir amca düşüyor, sabrımızı biliyor. Bazen, dolmuşda bir hamile kadına yer verme önceliğini ve zevkini yaşıyoruz. Uzun kasa kuyruklarında, acelesi olan, vapura otobüse, sınava yetişecek bir genci öne alıyor ve “isar” denilen en büyük erdemi, başkasını kendimize tercih etmeyi öğreniyoruz. Otobüs, metrobüs, cip.. bir günde şehir trafiğinde öyle tecrübeler yaşıyoruz ve tecrübelerin aynasında insana dair bir çok şey anlıyoruz ki, her türlü vasıta ile yaptığımız yolculuğun bir tür “kendimize yolculuk” olduğunu hissediyoruz..

Evet büyük şehir zor, büyük şehrin problemleri çok. Ama problem çözerken, kendimizi çözüyoruz. Ne kadar çok şey için cevabımız olduğunu görüyoruz. Çözdükçe, gelişiyor ve büyüyoruz. Sosyal hayatta yaşadığımız zorluk arttıkça birey olarak da kendimizi geliştiriyor ve insani cevherin bütün yönlerini işletme zeminine ulaşıyoruz.

Meselenin ontolojik/varoluşsal izahına gelecek olursak o bir hayli uzun sürer. İbnü’l-Arabi’nin “ilahi isimler” teorisinin incelenmesi şu noktada çok uzun süreceğinden özetle şunu söylemek isterim: Küçük ya da büyük olsun, şehir ve medeniyet insan için Allah’ın doksan dokuz ve hatta sufilerce sonsuz olarak kabul edilen çeşitli isimleri ile buluşmak ve her tecellinin idraki içinde O’na biraz daha yaklaşmak için en büyük bir imkandır. Hakk’ın birliğine teslim olmuş ve iman etmiş bir mümin için, o birliğin müşahedesinden daha zevkli bir şey olamaz. Bu müşahede için ise, Celal ve Cemalin başbaşa gittiği büyük şehir/kesret vadisi en güzel ve kamil bir aynadır. Şehirde yaşarken toplumun birliği ve huzuru için çalışmak, halkın eziyetine tahammül etmek ve sırasında yaşadığın tüm zorluklara latif bir mukabele gibi karşında beliren gurubun renginden, Hakk’ın selamını almak.. işte bunlar tek başına yaşamakla ve tenhada bir başına kalmakla ele geçmeyecek en kıymetli hikmetlerdendir.

* * *

Ocak 2014

Eylülcan

5 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page