Tanrı kendisindeki ezeli hakikatleri bilmek arzusu ile tecelli ettiğinde, tecelli neye yansımaktadır? Bu sorunun cevabı İbnü’l-Arabî’de birlik-çokluk ilişkisinin izahını temellendirmeye yol açan ilk sorudur. Tecelli, bir şeyin açılması ve ortaya çıkmasını ifade eden Arapça kökenli bir sözcüktür. [Allah’ın] Bir şeyde tecelli, çokluktaki genel tecelli, çokluğa genel tecelli, zâti tecelli, gibi hususlar İbn’ül-Arabî düşüncesinin her yönünde etkili olmuş ve bütün teorileri ile iç içe geçmiştir. Suad el-Hakîm’e göre, tecelli İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd anlayışını üzerine binâ ettiği dayanaktır. Zira bu anlayışa göre, varlık çoğalmaksızın çokluğun birlikten çıktığı yaratma ancak tecelli anlayışı ile ifade edilebilir. İbn’ül-Arabî’ye göre “Âlem Hakk’ın mümkünlerinin ilahi ilimde sabit hakikatlerine, yani a’yân-ı sabiteye tecelli etmesinden ibarettir. A’yân-ı sâbite Hak olmadan var olmaları imkansız şeylerdir. Hak ise onların hakikat ve hallerine göre çeşitlenir ve suretlere girer.”
İbn’ül-Arabî’ye göre Tanrı âlemi, kendi zatının, aynının, isim ve sıfatlarının tecelligahı olarak yaratmıştır. Bu anlayışa göre, Tanrı’nın kendisini görme ve tanıma arzusundan bahsedilmiştir. Ibn’ül-Arabî’ye göre bu tanıma iki şekilde mümkündür. Birisi, Allah’ın kendisini kendisinde tanımasıdır. İkinci bir yol ise, kendisini bir aynadan seyrederek tanımasıdır. Allah’ın bilinmek istemesi mevzusunun delili olarak, “Ben gizli bir hazineydim. Bilinmekliğimi istedim ve mahlukâtı yarattım” kuds-i hadisi gösterilmektedir. Hadiste geçen “istedim” (ahbebtü) muhabbet, “bilinmek” (u’refü) mârifet kökünden türemesi, mutasavvıfların âlemin yaratılış sebebini muhabbet ve marifet olarak açıklamasına sebep olmuştur. Bu anlayışa göre Hak’tan başka hiçbir şeyin bulunmadığı zamanda Tanrı bilinmeyi arzu etmiş ve böylece ilk olarak sevgi ile tecelli de bulunmuştur (taayyün-i hubbî). Sevgi’den gâye ise bilinmek yani marifettir. Fakat bu bilinme isim ve sıfatların zuhuru ile olmuştur ve Tanrı sadece bu yönü ile bilinir hale gelmiştir. Mutasavvıflara göre hadiste geçen “gizli bir hazine idim”, “gizli bir hazineyim” şeklinde alınmalıdır, zira bu bir geçmişî zamanı ifade etmez ve Tanrı hala zâtı itibariyle gizlidir ve bilinebileceği kadarı zuhur tecellileri ile mümkündür. Bilinmek ancak zuhur ile mümkündür, çünkü zâhir olmayan bir şeyin bilinmesi mümkün değildir.
Buna göre, ilahi zatta mümkün olarak bulunan isim ve sıfatların tecelli etmesi yolu ile Hak bilinmiştir. Bu anlayışa göre, ilahi zât ile âlemin ilişkisi isim ve sıfatların tecelli etmesi sayesinde mümkün hale gelmiştir. Muhakkik sufilere göre, ilâhî zâtın kendisi için kendisinde gerçekleşen tecelliden başlayıp âlemdeki ve mahlûkatındaki tecellisine kadar bütün süreçler tecelli olarak ifade edilir. Bu sürecin sonunda Hak sıfatları ve fiilleri yolu ile insan idrakinin objesi haline gelir. Tabii bu idrak kişinin kabiliyetine bağlıdır ve kişinin beşerî ve nefsâni vaziyetlerinden arınıp kalp aynasını cilalaması yolu ile gerçekleşir.
İbnü’l-Arabî düşüncesinde tecelli, varlık tecellisi ve müşahede tecellisi olmak üzere iki kısımda değerlendirilir. Varlık tecellisi, yaratılış, müşahede tecellisi ise sufi farkındalık ve varlığın idrak edilmesi ile ilgilidir. Varlık tecellisi, “mümkün varlıkların ilahi ilimden başlayarak diğer vücud mertebelerinden ve dış dünyada var olmasını sağlayan Hakk’ın tecellisidir”. Bu tecellinin gerçekleşmesini sağlayan Allah’ın “zâhir” ismidir, “bâtın” ismi ile tecelli ise mümkün değildir. Gayb ve görünen âlemdeki her şey Tanrı’nın tecellisinin görüntüleridir. Tecelli tektir ve süreklidir. Sadreddin Konevî, İbnü’l-Arabî’nin tecelli anlayışını şu ifadelerle belirtmektedir: “Birden ancak bir çıkar”; “Hak ister bir kişiye tecelli etsin tecellisi tekerrür etmez”; “Tecellide tekrar yoktur”. İbnü’l-Arabî’de ikinci bir tür olan müşahede tecellisi, marifet tecellisi olarak da ifade edilebilir ve Allah’a dair elde edilebilecek marifeti açıklamak için kullanılır.
Ayan-ı sabite bir varlığın, çeşitli kademelerde kazandığı görünüşlerin sebebi yahut kaynağıdır. Ve yine aynı sebeple, ayan-ı sabite, çokluğun ilkesidir. Bu anlayışa göre, bir şeyin olmaklığı önceden mevcut olmasına bağlıdır. Bundan sebep, keşf ehli eşyanın mahiyetinin meçhul olmadığını söylemişlerdir. Eşyanın mahiyetleri ezeli ilimde malum fakat mâdumdur. “Bunlar, yani mâdum olan Âyan-i Sabite Hakk’ın varlığından izafe edilen envar ile belirmişlerdir. Şu beliren mevcudat-i hariciyenin mahiyetleri itibariyle hiçbir varlıkları yoktur.” İbnü’l-Arabî bununla ilgili söyle demiştir, “Vücud-i mutlak, hiçbir kayıt ile tekayyüt etmeyen lizatihi vacibü’l-vücut olduğu gibi adem-i mutlak da muhalün-lizatihi ademdir.”
Arzu Eylül Yalçınkaya
Comments