top of page
Ara
  • Arzu Eylül Yalçınkaya

İnleyen Hurma Ağacı

B. (Mesnevi hikayelerine devam)

Cemaat çoğalıp da Ashâb-ı Kirâm’ın “Vaaz esnasında biz senin yüzünü göremiyoruz.” diye minber yaptırmaları ve bunun üzerine Hz. Muhammed’in o zamana kadar kendisine dayanarak konuştuğu hurma sütununun inlemeye başlaması, Hz. Resûl’ün de bu sesi işiterek hurma ağacıyla sualli cevaplı konuşması beyânındadır:

Hz. Muhammed(a.s) Mescid-i Nebevî’nin avlusunda vaaz ederken bir hurma sütununa dayanır, öyle konuşurdu. Hurma ağacı da nâil olduğu bu nimetle mutlu mesut görevini yapardı. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah sevgilisinin kendisine dayanmasından ve ona hizmet etmekten zevk duyardı. Ancak zaman içinde Hz. Peygamber’in sohbet halkası genişledi ve avluda oluşan kalabalık nedeniyle arkada kalanlar Peygamber Efendimiz’in yüzünü göremez oldular. Bunun üzerine bin bir niyaz ile kendilerine gelip: “Efendimiz, biz sohbet dinlerken senin o nur cemâlini de görmek istiyoruz, bize bir hal çaresi.” diyerek maruzatlarını arzettiler. Hz. Peygamber(a.s) , bunun üzerine mescide bir minber yapılmasını ve bundan sonra minber üzerinde sohbet vermenin daha doğru olduğuna hükmettiler. Bir süre sonra minber hazırlanarak getirildi ve Allah Resûlü o gün minbere geçerek konuşmalarını oradan yapmaya başladı. Ancak o anda, bütün ashabın gözü önünde olağanüstü bir hâdise cereyan etti. Daha önceden Hz. Peygamber’in üzerine yaslanarak konuştuğu hurma direği, feryat edip acı acı inlemeye başlamıştı. Tıpkı bir insan gibi sesler çıkarıyor, sevgilisinden ayrılmanın hasreti içinde mahzun ve mahcup olarak ağlıyordu. Bütün meclis kulak kesilmiş, onun inleyişini ve hasret sözlerini dinliyordu. Allah Resûlü hemen minberden inerek Hannane’nin, yani hurma sütunun yanına yaklaştı ve tıpkı dertli olan bir insanla konuşur gibi tatlı ve anlayışlı bir sesle sordu: “Ey sütun, ne istiyorsun?” Hurma sütunu kendine has diliyle konuşuyor ve Allah’ın habibine şöyle diyordu: “Ey Allah’ın Resûlü. Senin ayrılığınla içerim kan oldu. Eskiden şu fakir sütuna dayanır, oradan vaaz ederdin. O da senin yakınlığınla hayat bulur, mutlu olurdu. Şimdi uzağa gittin. Bir minberin üzerini mesken tuttun. Senden uzak düştüm ya Muhammed, bundan böyle nasıl senin yanına varayım, söyle bana senden ayrılmanın acısına nasıl dayanayım?” Peygamber Efendimiz(a.s) bu feryadı işitince şöyle buyurdular: “Ey Hurma ağacı, madem ki feryadın benim firakımdandır, öyle bir ağaç olmak ister misin ki şarkın ve garbın bütün insanları senden meyve yesinler? Yahut Cenâb-ı Hak seni âhirette bir servi yapsın ki ebediyen ter ü tâze kalasın.” Hurma sütunu irfanın kaynağına yakın olmaktan ötürü hikmet küpüne dönmüştü. Hz. Peygamber’in mânâ kokusu üzerine sinmiş olan sütun talebini kemâl-i edeple şöyle dile getirdi: “Yâ Resûlullah, ben daima bâkî olanı isterim.” Bununla demek istiyordu ki: “Ey Allah’ın habibi, bir ağaç ne kadar büyük de olsa, yemişleri çok da olsa, nihayetinde fânîdir. Oysa ben senin kelâmından bekā/sonsuzluk âleminin güzelliklerini dinledim, artık fânî olanda gözüm yoktur. Ben senin mânâ güneşinden bir kez nurlandım, katımda semâdaki güneşin artık hükmü yoktur. Ben senin güzelliğinde ve seni yaratan o yüce Allah’ın varlığında yok olmak isterim. O Allah ki “Benim için ölenlerin diyeti benim.” buyuruyor. Hak vaadine sadıktır. Bilirim ki nefsini Hak yolunda veren, sonsuz bir cana kavuşacaktır. Ya Resûlullah, o yüzden beni nefsimden fânî kıl ki ebedî hayatın tadını duyayım.” Bunun üzerine Hz. Peygamber, kıyamet günü Allah’ın rahmetine mazhar olarak dirilecek kâmil bir insan olması için hurma sütununu toprağa gömdürdü. Zira Hakk’ın vücudunda fânî olmanın yolu nefsinin arzularını vermekten geçiyordu. Kendi arzularından vazgeçerek onu vücut toprağına gömen kimse ise tohumun can bulup fidan haline gelişi gibi Hakk’ın muradı ile diriliyor, yeniden can buluyordu. O halde ey insan, sen de dua etmede bir hurma ağacından geri kalma. Hakk’ın tâlibi ol. Geçici olanın peşini bırak da, ebedî olanın peşinde ol. Kendi nefsinin eğri büğrü yolunu bırak da, Hz. Muhammed’in yolunda istikamet üzere ol.

Dinleyelim Neyden Rivayetin Özünü

Sevgili Arkadaşlar, Bu ne kadar güzel ve ibretli bir hâdisedir, öyle değil mi? Bir ağaç parçası bile Allah Resûlünün ahlâkındaki güzelliği hissediyor ve ondan ayrılmak istemiyorsa, bu O’nun ahlâkının güzelliğini aşikar eden bir mucizeden başka nedir? Hz. Peygamber’in sözlerini ve ahlâkını işitip de etkilenmemek kabil değil. Ama herhalde işin aslı, bu ahlâkı hâl etmekten geçiyor. Kur’an’da “Andolsun, Allah’ın resûlünde sizin için Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” buyuruluyor. Bir hurma dalı bile titreyerek “Canım kurban olsun senin yoluna, adı güzel kendi güzel Muhammed.” derken varalım, bir insan olarak nasıl canla başla onun izinde gitmemiz gerekir, hep beraber düşünelim.

Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadîsinde şöyle buyuruyor ki: “Arzusu, benim getirdiğime uymadıkça hiç kimse kâmil mümin olamaz.” Yani “Seni seviyorum.” demek bir iddiadır, dildeki davaya elde hüccet isterler. O hüccet, yani delil ise kendi arzunu bırakarak Allah ve Resûlü’nün arzusuna uymakla olur. “Hz. Peygamber’e uymak nasıl olur?” diye sorarsanız, Kur’an’da bildirilen emir ve yasaklara uymakla, hâsılı haram ve helale dikkat etmekle olur. Bu nedenle bol bol Kur’an okumalı ve Rabbimizin biz kullarından ne murat ettiğini, hakkımızda neyi hayırlı neyi kerih gördüğünü öğrenmeliyiz. Daha kolayını soracak olursanız, Hz. Peygamber’in hayatını ve ahlâkını çok iyi okumak ve anlamaktır. Zira Hz. Aişe’ye Peygamber’in ahlâkı sorulduğunda: “Siz hiç Kur’an okumuyor musunuz? O’nun ahlâkı Kur’an’dı.” buyuruyor. Öyle ki Hz. Peygamber ile Kur’an tevemdir, yani ikizdir denilmiştir. O halde müsaadenizle biraz Hz. Peygamber’in örnek ahlâkından bahsedelim, onun nûrunun bereketiyle siz de nasiplenin, ben de nasipleneyim. Hepimizin bildiği gibi, Allah Resûlü’nün en büyük mucizelerinden biri de onun güzel ahlâkıydı. Kur’an’da Allah tarafından emredilen her şeye harfi harfine uyduğu için o adeta yaşayan Kur’an’dı. İnsanların en tatlı dillisi, en güler yüzlüsüydü. Gördüğü herkese selam verir, halini hatırını sorar, dertlileri dinler, bir ihtiyacı olanı eli boş göndermezdi. İnsanların en alçakgönüllüsüydü. Bir topluluğa girdiğinde kimseyi rahatsız etmek istemez, hemen boş bulduğu ilk yere otururdu. Ashâbı canla başla onun hizmetine koşmak istese de o arkadaşlarının arasında ayrıcalıklı bir durumda olmaktan hoşlanmadığını bildirerek işlerini kendi yapmayı tercih ederdi. Sahâbeye çok düşkündü. İçlerinden birini bir gün görmese hemen niçin gelmediğini sorar, öğrenir, hasta olanları ziyarete gider. Hediyeleşir ve hediyeleşmeyi tavsiye ederdi. Allah resûlü, adeta çocuklarının üzerine kol kanat germiş bir baba gibiydi. Kur’an ve Kur’an ahlâkını öğretmek konusunda her zaman çok hevesliydi. Bu konuda hiç yorgunluk göstermez ama öğrencilerinden bazısı usanır ya da yorulur düşüncesiyle derslerini çok fazla uzatmamaya çalışırdı. Eğer biri bir soru soracak olursa ona en güzel, en anlaşılır şekilde cevaplar verir, böylece sohbetine gelenler kanmış bir gönülle evlerine dönerlerdi. Kendisine dostluk ve düşmanlık eden herkes bilerek ya da bilmeyerek onun ikramlarına nâil olurdu. Onun nazarında güzel ahlâkın üç işareti vardı: “Gelmeyene gitmek, vermeyene vermek ve şahsına karşı bir kötülük yapan kimseyi affetmek.” Nefsine yapılan en büyük yanlışları bile affeder, ancak Allah’a ve İslâm dinine yapılan hakaretlere karşı adaletin gereğince hareket ederdi. Bütün hareketleri ve sözleri ahenkli, bir diğeriyle uyumluydu. Sahâbeleri onun veciz sözleriyle irşat oluyor, adımlarını takip ederek bir rehbere uymanın güzelliğini yaşıyorlardı. Gelmiş ve gelecek insanlarda bulunan bütün güzel huylar onun mübarek vücudunda toplanmıştı. Kimi onun mübarek yüzüne bakıp, ahlâkının güzelliğine vurulup imana gelirken kiminin gönlüne perde çekilmişti. Dolunayın ikiye ayrıldığı gün bile “Bu olsa olsa bir sihirdir.” diyerek iman etmediler. Hz. Peygamber’in en büyük mucizelerinden birisi de, içerisinde bulunduğu kaba ve haşin topluluğa rağmen O’nun sabır, şükür, cömertlik, af ve merhamet taşan mizacıdır. Onun ahlâkının güzelliği Hakk’ın her emrine ve her işine râzı olmaktır. O, teslimiyetin gerçek bir örneğiydi. Hayatı boyunca dünyalık çok bir şeye nail olmamış, hasır üzerinde uyumuş, iki gün üst üste buğday ekmeğiyle karnını doyurmamıştı. Ailesi, “ehl-i beytim” dediği güzeller de aynı zorluklar içinde yaşadılar. Ancak dünyanın en zengin insanlarından daha mutlu, daha huzurlu idiler. Nur yüzleri etrafa tebessüm saçarken, gönülleri Allah muhabbetinin verdiği neşe ile herkesi neşelendiriyordu. Gerçek mucize, Allah aşkıyla dolu olan kalbin zenginliğindeydi. Bu kadar aşktan ve âşıklıktan bahsedince, aklıma o meşhur âşıkların hikâyesi geldi. Leyla ile Mecnun aşkını bilirsiniz ama bir de benden dinleyin. Münasebeti düştü, anlatmadan geçmeyeyim. Hikâyenin bereketiyle siz de nasiplenin, ben de nasipleneyim.

4 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page