top of page
Ara
  • Arzu Eylül Yalçınkaya

Hepsi Hikaye

“Bulaşık makinesini boşalttın mı, kızım” dedi annesi. Sesinin tonunda hassas olmaya çalışan, fakat bunu bir türlü başaramayanların o iç gıcıklayıcı suniliği duyuluyordu. Mutfak masasında çalışan kızına, yüzünde her an asabiyete dönüşmek üzere hazır bekleyen bir ifadeyle bir müddet baktı.

Kız, üzerinde durmadı. Böyle zamanlarda annesini teskin etmek için kullandığı sevgi hitaplarından biriyle cevap verdi: “Tamam annecim, şu ödevimi bitireyim, hemen o işe bakacağım”.

Ne ödevi, diye düşündü kadın. Yaşı gelmiş otuz ikiye hala ödevdi, kağıttı, kalemdi. Kafası attı atacak. Hafazanallah, bir kaza çıkacak. O kadar okut, et. Bir işe sap olamasın. Girdiği hiç bir işte tutunamasın. Otursun ev kızı olsun. Sonra onu da olamasın. Ne olacakmış? Yazar. Nerden buldularsa biraz para buldular, yazarlık kursuna güç bela yazdırdılar. Niyeymiş? Hanım kızımız yazar olacak. Yok ebenin… tövbe.. Bir şey demedi, salona geçti.

Yaşı geçkin kız mutfak masasının üzerinde ne zamandır çalışıyordu. Durum ciddiydi. Dokuz haftadır yazarlık kursuna gidiyor fakat daha dokuz satır bir şey yazamamış bulunuyordu. Anne-babasının üzerinde yarattığı baskı bir şey değil de asıl kendi üzerinde kurduğu baskı onun elini, kolunu, zihnini bütün yaratıcılığını bağlamıştı. Çocukluğundan beri istediği tek şey yazar olmaktı. Buna rağmen dağa çıkmak isteyip bağa yönelen, sağa gitmeye niyetlenip sola yönelenler gibi yıllarca yapmak istediği işten başka şeylere yönelmiş, sevmeden istemeden yaptığı bu işlerde de tabi olarak muvaffak olamamıştı. Nihayet sırrını ifşa edip, kara yüzünü ailesinin önünde bir kez daha karartıp yazar olmak niyetinde olduğunu ve destek olmalarını istediğinde sağolsunlar yine yardımcı olmuş ve onu bu kursa yazdırmışlardı ama.. şimdi hiç beklemediği bir durumla karşı karşıyaydı. Yıllardır, kendisinde var olduğuna inandığı yazarlık kabiliyetinden hiç bir belirti yoktu.. “Son şansım” diye fısıldadı, “Yazdım, yazdım. Yazamadım? ”

Aslında kafasında bir sürü fikir vardı. Öyle ya.. Otel ve bıçak kelimelerini çağrışımları üzerine bir hikaye yazmak ne kadar zor olabilir, diye düşündü. Hemen her gün gazetelerde bu iki kelimenin işlendiği gerçek olaylarla karşılaşıyoruz. Muhtemelen yazarlık dersi öğretmeni de böyle düşünmüştü. Yazarlıkta genç olan bir grup hevesli insanı üzmemek adına, kolaylıkla trajik bir hikaye yazmayı temin edecek “otel” ve “bıçak” kelimelerini seçmesinden de bunu anlamak mümkündü.

Fakat zamanla işin o kadar kolay olmadığını itiraf etmek durumunda kalmıştı. Fikirler geliyor, bir çok hikayecik aklından geçiyor, ne var ki açılıp tam bir metne dönüşemeden değerini ve büyüsünü yitiriyorlardı. Herşeyden önce bu bir çalışma, disiplin ve zaman meselesiydi ki, iş hayatını bıraktıktan sonra şaşılacak şekilde bu üçünü birarada hiç görmemişti.

“Iş ciddi” diye düşündü. Işin sonunda tüm ailesi, kurs arkadaşları ve en kötüsü kendisine rezil olmak vardı. Bu hikaye bu akşama kadar mutlaka çıkmalıydı. Yapması gereken tek şey aklına gelen bir kaç kurguyu kaba hatlarıyla özetlemeye çalışmaktı. Ondan sonrası nasıl olsa gelirdi, aralara bir şeyler uydurur, bir kaç sahne kurar, beş duyunun etki gücünden faydalanır, bir kaç iç konuşma ekler, filan falan derken.. işte sana hikaye bitmiş bile.

“Oh be” dedi. Budur. Niye büyütüyorum.

Hevesle kalemi aldı ve aklına gelen ilk kurguyu bir solukta yazıverdi:

“Adamın biri elinde bıçakla bir hışım otelin kapısından içeri girer. Eski sevgilisi ve eski sevgilisinin yeni sevgilisi kendisinden hemen önce otele girmişlerdir. Kıskançlıktan gözü dönmüş sevgili takip ettiği malum iki kişi resepsiyonda iken sinsice yaklaşır ve oracıkta ikisini de vahşice öldürür. Kadın ölmeden önce ne zamandır gizlediği o sırrı söyler ve şöyle der: “..

“Kızım bulaşıkları makineden çıkardın mı?”

Ses salondan geliyordu. Sanki bir kayıttan dinleniyormuş gibi annesinin ses tonunda bu çağrıyı öncekilerinden ayırt edecek hiç bir farklılık yoktu. Pişmek üzere olan bir yemeğe bir bardak suyu boca etmişlerdi. Iş tam kıvama gelmişti, şimdi tekrar konsatrasyonunu nasıl toplayacaktı.

“Tamam, annecim. Hemen.”

Fakat ümitsizliğe kapılmamalıydı. Ne de olsa bütün büyük yazarların hayatı bu tür trajedelerin ahenkli sıralanışından oluşuyordu. Onun ki de bu türden bir şey olacaktı. Gelecekteki şöhreti için bugünün çilesini hoş karşılamalıydı. Hevesle yazmaya devam etti. Bu hikayeyi bir kenara bırakmak zaten daha doğru olacaktı. Zira kadının ölmeden önce ne tür bir sır söyleyeceğini tam olarak çıkaramıyordu. Takılmaktansa hemen yeni bir kurguya geçti:

“Otel” ve “bıçak” “Maddi olarak dar boğazda olan bir bıçak satıcısının son şansı, elindeki çok değerli bıçak setlerini bir an evvel satmaktır. Borçlarını kapatabilmek, karısı ve çocuklarının karşısına yüzakıyla çıkabilmek için tek ümidi budur. Günlerdir, aç bi ilaç kapı kapı gezmektedir. Filanca otelden iki hafta önce bir teklif gelmiş fakat daha sonra arayan soran olmamıştır. Adam cevap beklediği günler boyunca daha da sefil, olur. Parkta bahçede yatar. Yağmura, doluya tutulur. Kuyuya düşer, çamura batar.”

Yaşı geçkin kız, durdu daha fazlasını yazmak abes olacaktı. Malum işte bu adam da ya bütün bıçakları kendine saplayacak, ya da her biriyle önüne geleni bıçaklayacaktı. Bundan iyi bir bıçak reklamı olur, başka da bir şey olmazdı. Halbuki o yaratıcılığını ortaya koyan, insanın yüreğine dokunan, insanî müşterekleri yakalayan, herkesin içinde kendisinden bir şey bulacağı, belki kaybettiği ve aradığı kendisinden izler yakalayacağı samimi bir şey yazmak istiyordu.

“Kızım, bulaşık makinesini boşalttın mı?”

Annesinin düzenli olarak gelen çağrısına bu defa cevap vermedi. Fakat ses, sanki bir şeyleri tetiklemişcesine içinde başka bir hikaye uyandı:

“Zeynep 18 yaşında yeni evli genç ve sevimli bir yavrucaktır. İstanbul’a yeni gelin olarak geldiğinin üçüncü gününde, Çağlayan’da bir bıçak atölyesinde çalışmaya başlar. Kınalı ellerine eldiven takmaya çalışan kızın içi cız eder. Köyünü, baba ocağını, anasını, bacısını bırakıp İstanbullara gelmiştir. Çeyiz olarak bir yorgan, bir döşek.. bir bakır tencereden başka bir şeyi yoktur. O gün akşama kadar geri dönüşlerle Mehmetle tanışması ve evliliğe giden süreç anlatılır. Ve sonra malum hikayenin bir yerinde kız, bıçağı göğsüne saplar.”

Çok içine sinmese de taslaklar içinde en çok bunu beğendi. Arabesk tarafı hafife alınamayacak Türk insanının tarih boyunca beğendiği yapıtlarda hep bu türden trajediler olduğu bir gerçekti. Fakat kendisiyle özdeşim kurulacak bir hikaye de istemiyordu. Öyle ya bekar bir bayan olarak, yazdığı aşk ya da hayal kırıklığına dair hikayelerin kendisiyle ilişkilendirilmesi tehlikesi vardı. Bu fikirle beraber yüzünde limon yiyenlerin, yahut limon denilince istemsizce yüzü ekşiyenlerin ifadesiyle kırış buruş oldu. Durumdan kurtulmak için düşünmeye ve yazmaya devam etmeliydi. Yazarlık böyle bir şey olmalıydı. Yazdığını atacak, yaptığını bozacak, bozup yeniden kuracak kadar güçlü olacaksın. Derken, ilham geldi.

Tam, “Sen ne zaman adam olacaksın?” diye başlayan bir hikaye yazmak üzere davrandığı sırada,

Mutfak kapısına gelen annesinin elinde tuttuğu bıçağın huşunet yüklü gölgesi karşıdaki duvarda belirdi.

Arzu Eylül Yalçınkaya

3 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page