(Mesnevi hikayelerine devam) B.
Ateşe Atılan Çocuğun Annesine Çağrısı
Padişahın biri ferman verdi ve puta tapmayanların hepsini ateşe atacağını ilan etti. Elinde çocuğuyla bir kadın, putun önüne gelince “Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed O’nun resûlüdür.” diyerek puta tapmayı reddetti. Bunun üzerine padişah, derhal verdiği hükmü yürürlüğe koyarak “Tez bu kadın, ateşe atıla!” diye emretti. Bu ateş neyin ateşiydi? İnanmadığı bir hayatı götürmek zaten ateşin kendisi değil miydi? Kadın ateşin önünde titreyerek duruyor, evladını kurtarmanın çaresini arıyordu. Padişah o anda kadını ateşten atmaktan vazgeçerek çocuğu ateşe atmaya karar verdi. Çünkü çocuğunun acısına dayanamayan genç kadın, böylece putun önünde eğilmeyi kabul edecekti. Bir hışımla çocuğu anasının göğsünden kopardılar ve alevleri arşa çıkan ateşin ortasına fırlattılar. Kadıncağız, acı içinde kendini padişahın önüne attı. “Hünkârım, yalvarırım. Çocuğumu ateşten alın, onun yerine beni atın.” dedi. “Ey kadın!” dedi padişah, “Sen aklını başına alıp iman etmedikçe, doğru yolu bulup bu putun önünde eğilmedikçe ben bu çocuğu ateşten almam.” Keyfi yerine gelmiş, neşe içinde gülüyordu. Kadın bir hamlede kendini putun önüne attı. Tam secdeye varacakken ateşin içinden çocuğun haykırışı duyuldu: “Anacığım, ben ölmedim, yaşıyorum.” dedi çocuk. “Burada bir hayat buldum ki önceki halime şaşıyorum. Anacığım burada ateş var, alevleri arşı dolduruyor. Ben alevden kanatlarla Hakk’a yükseliyorum.” Çocuğun sesi her zaman ki geliyordu. Canlıydı, hayat doluydu. Kadın putun önünden çekilerek çocuğunu dinlemeye koyuldu. “Anacığım, gel korkma, sen de bu ateşe atıl. Ateşten Burak’a bin de Hakk’a erenlere katıl. Dışarıdan bakan beni nar içinde sanıyor; Oysa ben acı içinde bal lezzeti alıyorum.” Genç anne, oğlunu almak için tetikte hazır bekliyordu. Çocuk ise annesini puta tapmaktan men etmek için söylüyor da söylüyordu: “Anacığım, bilirim anasın, benim ateşim seni de yakar. Ama gel gör ki bu ateş bildiğin ateş değil. Bu ateş aşk ateşidir, Allah muhabbetinden gayri ne varsa insanın kalbinden söker atar. Sen benim bu dünyaya geliş sebebim, vesîlemsin. Ben senin karnındayken orayı cennet bilirdim. Bu dünyaya gelince anladım ki orası daracık karanlık bir köşeymiş. Şimdi sen, ateşin içindeki bu halime acıyorsun ama işin hakîkati başkadır. Dünya denilen yerin hakîkatini buradan görüyorum. İçine atıldığım bu ateş bana gül bahçesini andırıyor ve asıl ateşin dünya olduğunu anlıyorum. Her şeyin hakîkati, ateş ile ortaya çıkar. Biliyorsun bakırı altından, ateşle ayırırlar. Dünya sevgisiyle dolu kalbim, aşk ateşine düşünce orada altın ile bakır ayrıldı. Dünya denilen yer meğer daracık karanlık bir yer imiş. Orada her şey yok olmaya mahkûm imiş. Ateşin içinde gördüm ki dünya sevgisi bakır gibi yanıcı ve fânî; bâkî olan ise Allah ve Allah muhabbeti imiş.” Çocuk anlattıkça anasının gönlü ferahladı. Nihayet kadın, ruhunun sesi gibi konuşan oğluna katılarak ateşe atıldı. Orada bulunarak bu hâdiseye şâhit olanlar da birer birer kendilerini ateşe atmaya başladılar. Öyle ki evvelce “Ateşe atın.” emrini veren padişah, bu defa halkı ateşten men etmeye başlamıştı. Ateşe kızıyor, onu azarlıyordu. “Sen bir ateş parçasısın, Emir erisin, İçine düşeni yakman gerek. Ben koskoca bir padişahım, Emir verenim, İsyan edeni yakmam gerek.” Ateş, bu sözleri hiç duymadı. “İbrahim’e karşı serin ol.” emrine uyarak Halil İbrahim’i yakmayan ateş, Allah aşkıyla kendisine atılan bu can dostlara karşı da sakin oldu, onları da yakmadı. Odunlar gül bahçesine, alevler gül yaprağına dönüştü. Böyleydi işte, ateş ateşi yakmazdı. Allah aşkı ile gönlü cayır cayır yananlar için onun sevgisini kaybetmekten başka ateş yoktu, olamazdı.
Dinle Neyden Hikâyenin Özünü Sevgili Arkadaşlar, Firavunlar devrinde geçen bu hikâyenin şerhinde ben müsaadenizle yine aynı şeyi söylemek istiyorum. Çünkü ne yaparsam yapayım hep bu hakîkati görüyorum. Bu hikâye aslında bizim vücudumuz ülkesinde geçiyor; kötü kalpli hükümdar dediğimiz ise bizzat bizim nefsimizdir. Nefis, kötü ahlâk putunun önünde yedi kere eğilmemizi ister bizden. Bir ibadet kastıyla beklediği bu davranışlar: Dünya sevgisi, gazap, şehvet, yalnız kendini düşünme, kibir, haset ve riyâdır. Bunları kabul etmeyerek nefse itaat etmeyen kişi ise, ilk anda kendini ateşe atmış gibi olur. Yalnızca dünya sevgisini terk etmek bile ateşin en harlısı, en yalımlısıdır. Öfke ve şehvete gelince, onlar da baldan tatlıdır. Gazap ânında öfkesini tutan kişi için bu hal, eğer buna alışkın değilse, bir tür ateşe atılmak gibidir. Kul, Allah için kendini ateşe atar da Allah onu hiç orada bırakır mı? Merhametlilerin en merhametlisi olan Allah, kulunun yaptığı fedakârlıkları görerek elbette ona merhamet eder. Hani Halil İbrâhim’i de ateşe atmışlardı da, ateş ona dokunmaya kıyamamıştı. İbrahim, Allah aşkıyla ateşe atlayarak canını feda etmişti. Ateş ise aldığı ilâhî bir emirle dostu İbrahim’i sarmış ama yakmamıştı. Tıpkı bunun gibi, Allah, nefsin arzuları önünde eğilmeyerek maddî hazların esaretinden kurtulmaya niyetlenen kuluna yardım eder. Kalpler onun elinde olduğu gibi, işler de onun elindedir. Zorlukları bir anda feraha ve ateşi bir lahzada gül bahçesine çevirir. Hem Kur’an’da “Her zorlukla beraber bir de kolaylık vardır.” buyuruluyor. İnşirah sûresinde bu âyet kuvvetlenerek bir defa daha tekrarlanıyor: “Her zorlukla beraber muhakkak bir kolaylık vardır.” Bu âyet, kul için ne büyük bir müjdedir. O halde insan, Allah rızası için nefsine zor gelen bir durumu severek yüklenirse, yüce Allah’ın o zorluğun ardından iki kolaylık lutfederek kuluna teveccüh edeceğine işarettir. Peki bu iki kolaylık nedir? Birincisi, o işin zorluğu kulun üzerinden alınır. Tıpkı bu hikâyede ateşe atılan çocuğun, orada yanmayışı, acıyı duymayışı gibi. İkinci kolaylık ise, Allah o zorluk ve daralma ânının ardından bir genişlik ve ferahlık verir ki bu da İbrâhim’in (a.s) atıldığı ateşin gül bahçesine dönmesine benzer. Allah öyle merhametlidir ki kuluna dert içinden derman çıkarır. Tıpkı Hz. Eyüp (a.s) gibi. O mübarek, her yanını sarmış olan yaralardan yine kendi ayağının altından kaynayan bir su ile temize çıkmış ve arınmıştır. Atalarımızın “Acıyı bal eyledik.” sözüyle ifade ettikleri hakîkat de bu mânâya işaret eder. Âşık Yunus’un deyişiyle: Hoştur bana senden gelen. Ya hilat ü yahut kefen, Ya taze gül, yahut diken. Kahrında hoş lutfun da hoş.
Eylül Yalçınkaya
Comments