Bakkal ile Tûtînin hikâyesini ve tûtinin dükkândaki gülyağını dökmesini beyân eder.
Bakkalın birinin hârikulade bir tûtî kuşu vardı. İnsan gibi konuşur, gelene geçene laf atardı. Rengarenk kanatlarını açtı mı, alemin renkleri onunkilerin yanında adeta sönük kalırdı. Bir de neşeli, şakacıydı ki sormayın. İçinde sevimli, muzip bir insan varmış gibi, herkesi güldürür neşelendirirdi. Ancak bütün sevimliliği bir yana; etrafı kolaçan etmek, dükkana bekçilik etmek gibi vazifeler de papağandan soruluyordu.
Bir akşam, Papağanın sahibi her zamanki gibi dükkanı kapayıp evin yolunu tuttu. Huzur içinde güzel bir uyku çekerken dükkanda olanlar oldu. İçeri minik bir fare girdi, bunu gören papağan birden hareketlendi ve onu korkutmak için bir o tarafa bir bu tarafa uçmaya başladı. Fare ne olduğunu şaşırdı, koşarak kendini dışarı attı. Ama o kısacık sürede her yan altüst olmuş, dükkan sahibinin çok sevdiği gül yağı şişeleri devrilmiş ve kırılmıştı.
Ertesi gün dükkan sahibi, bismillah, dedi, rızk kapısını açtı. Bir de ne görsün heryer dağılmış, gülyağı şişeleri de her yana saçılmıştı. Farkında olmadan elbisesi, üstü başı da yağlanınca, bu işi papağandan bilerek öfkeyle ona yöneldi, bir anda ona olan sevgisi, aşkı uçup gitmişti. Dükkan sahibi papağanın kafasına bir kaç defa şiddetle vurdu, vurunca da zavallıcığın kafasındaki bütün tüyler bir anda dökülüverdi. Papağanın evvelce renkli bir tabloyu andıran başında şimdi hiç tüy kalmamış, kel olmuştu.
Dükkan sahibi o anda yaptığına pişman oldu, ama iş işten geçmişti. Papağan artık hiç konuşmuyor, gülmüyor; cascavlak kalmış başını önüne eğip acı acı bakınıyordu. Eski şakalarından nüktelerinden eser yoktu. Şimdi yalnızca, “nerede hata yaptım” dercesine kara kara düşünüyordu.
Yine o günlerden birinde dükkanın önünden “cavlâkî” bir derviş geçti. Cavlakî denilen bu grup “bize saç sakal gerekmez, Allah aşkı lazımdır”, diyerek her yanlarını traş ettiren kimselerdi. Papağan bunu ne bilsin. Kendisi gibi başı kabak birini görünce dile geldi.
“Gel, ey yalın ayak, başı kabak arkadaş”, diye dervişe seslendi.
Cavlakî dervişle kendi arasında, görüntüdeki benzerlikten yola çıkarak bir bağ kurmuştu.
Cavlakî oralı olmadı.
Papağan “Gel ey nur yüzlü kel” diye devam etti.
Derviş kendi bildiği yolda gidedursun
Tûtî: “Yoksa sen de gül yağını devirip, benim gibi efendini mi üzdün, a yoldaş?” diye arkasından bağırmaya devam ediyordu.
Allah aşığı koca bir dervişle, aralarındaki küçük bir benzerlikten mütevellit bir tür ayniyet kuran tûtînin bu haline halk şaşırmıştı. Kuşun dediklerini duyanlar, yaptığı kıyasın basitliğini görerek ona gülüyordu.
Hasılı, kendi küçücük aklımızla yapılan kıyasın neticesi işte buydu.
Dinle Neyden Hikayenin Özünü
Sevgili arkadaşlar, bu hikayeden akıl ehlinin kullandığı kıyas yönteminin, hakikate ulaştırmada aslında ne kadar eksik bir yöntem olduğunu anlıyoruz.
Kıyas, akıl vasıtası ile yapılan bir iştir. Akıl elde ettiği verileri tanımlar, zıtlık ve benzerlik özerlliklerine göre sınıflandırır ve buna göre bir hükme varır. Her ne kadar akıl ay altı âlemi için geçerli bir araç olsa da maddeden manaya yükseldikçe tökezlemeye, zorlanmaya başlar. Çünkü o zıtlık ve ikilik üzerine tecrübelidir. Tanımlamak için karşında bir nesne görmeli, onu sınırlandırmalı bir hükme varmak için delil ve kıyas yöntemini kullanmalıdır. Ama birlik âlemine yükselip konular soyutlaşmaya başladıkça iş hale gelir. Elle tutup gözle göremediği bu alanda aklın hükmü yoktur. Oraya gelince aklın ayağı bağlanır ve bir adım öteye geçemez.
Hani Cebrail (a.s) gibi.. Mirac gecesi uruc ederken, Hz. Peygamber’in yoldaşı olan o güzel o saf akıl, nasıl demişti. “Ya Muhammed, ben burdan öte gidemem. Bir adım dahi atacak olursam yanarım.”
Allah Resulu sordu: “Ya burdan sonra nasıl gidilir?”
Cebrail (a.s) cevap verdi:
Aşkla.
İşte böyle arkadaşlarım, akıl bize dünya işlerini halletmek için verilmiş bir dayanaktır. Bir tür bağdır. Ruh denilen yolcuyu bu vücud kafesine bağlayan şey, akıldır. Akıl olmasa ruh denen latif güzel bu dünyada bir an kalmaz. O nedenle akla çok kıymet vermeli, ancak manevi konularda aklımıza değil, gönlümüze teveccüh ederek ona güvenmeliyiz.
Tekrar hikayemizin özüne gelecek olursak. Burada tûtî kuşunun kendi aklınca bir kıyas yaptığını ve Allah aşığı bir dervişi kendisiyle bir tuttuğunu görüyoruz. Neticesi ise, hakikati görenlerin nazarında son derece acınası ve biraz da gülünç bir durum arzediyor. Büyüklerimiz kıyasın neticelerini anlatırken şu örneği çok verirler:
İki tür kamış vardır, dışardan bakarsan aynı görünür. Ama biri şeker kamışıdır, bal gibi tatlıdır. Öteki su kamışıdır, tatlılaşması için geçmesi gereken önünde çok ama çok uzun bir yol vardır.
Hz. Peygamber (a.s)’ı kendi gibi bilen müşrikler de, yine aynı kıyas yöntemi nedeniyle onun hakikatini göremediler. Bizim gibi, çarşıda pazarda geziyor, dediler. Suretteki benzerlik, siretleri bir etmeye yetmez, bunu bilemediler.
Hani Ebu Cehil denilen cahilin de sakalı, cübbesi, sarığı ve asası vardı. Ama konuşunca dilinden acılıktan, şirkten, akıl ürünü basit kıyaslardan başka bir şey duyulmazdı. Hz. Peygamber (a.s) da kendi devrindekiler gibi giyiniyor, kuşanıyordu ama söz söylemeye başlayınca, onun kelamından ruhun ve hakikatin sesi duyulurdu. Onun nefsi, Hakk’ın nefesi ile kaimdi. Sözünde, işinde, halinde hakikat tecelli etmedeydi.
Aman kardeşim, sen sen ol, Allah sevgilileriyle kendini kıyas etme. Onların işlerine akıl erdireceğini sanma. Sen bir yüce akıl sahipliyi buldunsa, kendi aklını bir kenara koy da ,
Onun elini tut, onun izini sür, onun yoluna düş.
Sakın onu kendinle bir tutma.
Ve deki:
“Akıl kurban hükm pîş-i Mustafa”[1]
[1] Akıl Hz. Muhammed’in hükmü önünde geçersizdir, mealinde farsça bir ifade.
Comments