B.
Watertown
Sanırım Boston’da kendimi en yakın hissettiğim semt, hali hazırda sınırları içerisinde ikamet ettiğim Watertown oldu. Muhitten biraz bahsetmek istiyorum.
Burası şehrin neredeyse kalbi durumunda bulunan Harvard Üniversitesi’ne iki mil uzaklıkta sakin bir semt. Ancak onu Boston’un, Cambridge’e yakın diğer sakin semtlerinden ayıran özelliği, sakinlerinin çoğunlukla Ermenilerden oluşması.
Mülk ve işletme sahipleri de çoğunlukla yine aynı etnik gruba mensup. Çoğunluğu Türkiye’den ve Ortadoğu’dan buraya göç etmiş olduğu için, kafelerde marketlerde İngilizce kadar, Türkçe ve Arapça’da işitebiliyorsunuz. Burada gün içinde Boston’dan çıkarak biraz hava almak istediğim de, öğle yemeği için küçük bir yerel dükkana girmem kâfi oluyor. O vakit, harekette bereket vardır, hükmü gereği kendimi kimi zaman Şam antik şehirde bir yürüyüşe çıkmış ya da Selamiçeşme’de bir kafede arkadaşlarımla buluşmuş gibi hissediyorum. Dilin ve coğrafyanın iki kültürü birleştirdiği noktalar benim için bir tür kurtarılmış bölge oluyor. Çoğu yerde dilim dönmediği zaman kelimenin Türkçesini söyleyince iş çözülüyor ya da İngilizce ile çözemediğim bir meseleyi Arapça ile hallediveriyorum. Boston’u sevdim ama burada bana nefes aldıracak, kültüre küçük adımlarla kaynaşmamı sağlayacak bu semti daha farklı sevdim. İlahi terbiye, kulunun üzerine taşıyamayacağı yükü yüklemezmiş. Doğrusu Watertown ile üzerimdeki yükün hafiflediğini hissediyor, bunu da Hakk’ın inayeti cümlesinden görerek şükrediyorum.
Boston’dan Dımaşk’a yol var.
Ev sahibim de bir Ermeni aile. Beni ailenin en büyüğü olan Elizabeth ile tanıştırdılar. Yetmişli yaşlarında bir teyze. Kapıdan içeri adımımı atar atmaz, kendimi Şam ya da Halep’te bir evin avlusuna girmiş gibi hissettim. Bilhassa koku, beni bir anda alıp Emevi Cami’inden şehrin doğu çıkışındaki Bab Şarkiye uzanan yola nakletti. Selam verdim, aleyküm selam dediler. Türkçe konuşmaya başladık. Elizabeth teyze, zamanıyla Şam’da ve Halep’te yaşamış. Babasının Halep’te geniş arazileri varmış ve iyi bir tüccarmış. Sonra Suriye’den Mersin’e göç etmişler, bundan bir on beş yıl kadar önce de ailece Amerika’ya gelmişler. Bir ara ne olduysa konu benim hayatıma geldi. Hanım teyzemden kaçmam mümkün değil, özetle şöyle bir hayatımı, yaşadıklarımı ve umutlarımı geçtim. O saniye de dua etmeye başladı. Ben de başımı önüme eğip kul dilinden dökülen, Hakk’ın muradını dinledim.
“Rabbim sana şöyle nasip etsin, Allah’ım sana böyle lutfetsi” dedikçe, duanın gücü ve kokunun tesiriyle bir başka aleme, bilhassa Dımaşk’a gittim. Ben, tasımı tarağımı toplayıp, Ortadoğu’yu, Anadolu’yu hatta koca iki kıta ve okyanusları aşıp Amerika’a geliyorum, Dımaşk orada dahi beni arıyor, buluyor, karşıma çıkıyor, ansızın beni içine çekiyor. Başımı önüme eğmiş, bu yaşlı kadının memleket özlemini dinlerken göz yaşlarım dizlerime dökülüyor.. Bilmiyorum neden, -belki içinde “aşk” kelimesi geçtiği için- “Dımaşk” bir sarmaşık gibi beni başka hiç bir şeyi görmeyecek, başka şeye salmayacak derecede sarıyor, sarmalıyor. O an mekanı ve zamanı aşarak, birden kendimi bu aşk şehrinde görüyorum.
***
Bir cuma vakti, abasına sarınmış halde genç bir kız, eteklerini savurarak Emevi Camii avlusunu baştan başa geçiyor ve Hz. Hüseyin’in makamı önüne gelerek orada diz çöküyor. Hemen peşisıra giderek, yanına ilişiyorum. Beni farkediyor. Yüzünde ilâhi bir neşve var, tebessüm ediyor. Ancak, aynı anda gözlerinden taşan rahmet yağmuruna da engel olamıyor. Sonra bütün bir insan kalabalığının, hareketliliğin ve dünya ve ahiret dertlerinin ortasında gönlü köşesinde sakin bir yer bularak orada murakabeye dalıyor. Ne kadar zaman geçiyor bilmiyorum. Sanki aradığı bir cevap var ve taki onu alıncaya kadar gözlerini açmamaya azmetmiş gibi bu murakabe uzayarak, zamansızlığa ulaşıyor. Ben de onunla beraber bekliyorum. Neden sonra, kalabalığın çekildiği bir sırada başını kaldırarak yine aynı mütebessim çehre ile bana dönüyor.
“Sor” diyor, “ne istiyorsan sor”.
Ansızın gelen bu iltifat ile sarsılıyor ama yine de gönlümü ona açıyorum.
“Aşk” diyorum “ne olsa gerek?”
Hz. Hüseyin’in Hak yolunda verilmiş mübarek başı önündeyiz. O makamı işaret ederek:
“Aşk diyor”,
“yolunda, baş vermektir.”
Çehremdeki ifade, içimden geçen “Ama bunu ezelden beri işitiyoruz” sözünü aşikar ediyor olacak ki, halimi anlayarak
“Öyle değil” diye kesip atıyor ve
bu defa daha kati bir şekilde:
Bu yolda herkes baş verir, sen onu işten sayma, diyor.
“Asıl kıssa-i Mecnun sonrasında başlar.”
Hakiki Aşk,
Hak yolunda can verdikten sonra,
kalkmak ve
kesilmiş başını koltuğunun altına alıp
bila kayd u şart
O sevgilinin ardı sıra
yürümektir.
***
Ev sahibem anlatıyor, ben başım önüme eğmiş dinliyorum. Bir mendil uzatarak, beni daldığım alemden çıkarıyor. Yaşlı kadının, çok görmüş ve çok hissetmişlik penceresinden bakan gözlerinde bir yetkinlik, doygunluk var. Halimi anlıyor.
Müsade istiyor, kalkıyorum.
Bu müstakil evden,
şark kahvelerinin buğulu havasını
ve muhabbet deminde duyulan anber kokusunu içime çekerek çıkıyorum.
Sonra ne mi oluyor?
-İşte o kısım biraz karışık-
Dımaşk’ın arka sokaklarını dolaşırken
birden kendimi
Watertown’ın merkezinde buluyorum.
Comments