B.
Evet bakalım şimdi bu New York fenomeni neymiş. United States’den eve dönüşüme sayılı günler kala, çok sevdiğim bir arkadaşımın davetine icabet ederek bir kaç gün için Manhattan’a geldim. Arkadaşım ünlü Madison Avenue ile Park Avenue arasında, küçük mütevazi iki göz bir evde kalıyor. Çok güzel çok huzurlu bir zaman geçiriyoruz. İki yıldır şu ülkedeyim bu kadar mutlu olduğumu, gülüp güldürdüğümü hatırlamıyorum. Tatlı sohbeti ve bana bir kaç gün de olsa Manhattan’lı olma tecrübesini yaşattığı için kendisine en içten teşekkürlerimi sunuyor ve tekar New York fenomenine dönüyorum.
Manhattan’da geçirilecek bir kaç gün benim için New York City ile yakınlaşmak açısından çok güzel bir fırsat oldu. Bir otelde kaldığında veya günü birlik Boston’dan gelip gittiğinde burada bir tür ziyaretçi hissiyle bulunuyorsun ve bu da tabi şehirle arana mesafe koyuyor. Ama bu defa başka. Çünkü New York’ta bir evde ikamet ediyorum. Bu da bir tür Newyorker (Newyorklu) tecrübesine dönüşüyor. Sabah Central Park’ta yürüyüş yapıp dönerken iki bagel kapıp eve geliyor, çayımı yudumlarken New York Times okuyorum. Sadece safası yok tabi bu işin şehirde yaşamanın gerektirdiği diğer şeyler de var. Mesela sabahları çöpü dışarı çıkarma, yürüyerek çocuğu okula bırakma-sevgili arkadaşımın sevimli bir kızı var da -asansörde karşılaştığın komşuya hal hatır sorma, başka bir arkadaşı hastane de ziyaret etme gibi.. Kısa sürede bunları yaşadığım için de kendimi çok şanslı hissediyorum. Daha ilk günü sonunda bile, sanki bir haftadır şehirdeymişim gibi kendimi değişik bir zaman algısının içinde buldum.
Tabi birlikte iş görmek bir yere kadar, tabiatımın hava ve civadan oluşan tarafı beni yalnız kalmaya ve şehrin sokaklarında kaybolmaya çağırıyor. Arkadaşımdan müsade alarak, yola düşüyorum. Adımlarımın yettiği kadar şehre yaklaşmak, ortak noktalarımız ortaya çıktıkça irtibatımızı arttırmak araya soğukluk girerse kendi dünyamın ara sokaklarına dalıp New York’tan uzaklaşmak istiyorum.
Ondan önce kısa bir karakter tahliline girmek gerekiyor. Şunu söylemek isterim ki, şehir ve insanla olan irtibatımı hiç bir zaman menfaate binaen kurmadım, kuramadım. Kendi iyiliğime de olsa bir insanla görüşmem gerektiği için görüşeme işini bir türlü başaramadım. Eğitim hayatım ya da kariyerim açısından çok faydalı görülen şu network işini de oldum olası yapamadım. Yüce Allah’ın, bana gereken networkun her türlüsünü, kaderin ince ağlarıyla ördüğüne inanıyorum. Buluştuğum kişiler bulunduğum mekanlar, kurduğum irtibatlar hep Tanrı ilhamiyle düştüğüm yollar üzerinde tesadüf ettiklerim oldu. İhtiyacım olan kişiyi aramadım, ama yanımda buldum. Kendimi gitmem gereken yolun başında;ikamet etmem gereken mekanı da bu yol üzerinde buldum. Katılmam gereken bir meclis var ise, hep bir vesileyle davet olundum. Bu şekilde kurulan irtibatlarda Tanrı elini ve kudretini hissederek, gereklerini yerine getirmek için herşeyi yaptım. Bu kadar sözü şu cihetten sarfettim ki: Newyork daveti iki yıldan sonra eve dönüş yolu üzerinde iken geldi. O zaman anladım ki artık Newyork’la yakınlaşmanın zamanı geldi. Madem ki iş bu şehir beni görmek istiyor, davet ediyor o vakit -sünnettir-davete icabet ve mukabele gerekli.
* * *
Yolculuğuma haftalık metro kartı alarak başladım. Bir şehirde haftalık metro kartı olmak demek, artık oranın ruhunu kaptın demek. Bir elimde kartım bir elimde metro haritası, yüzümde dünyanın en ürkek ifadesiyle peronun girişinde duruşum görülecek manzaraydı. New York metrosunun karanlık ve rutubet kokulu havasında, arkadaşlarım Esra ve Salih, şehir hakkında belli başlı şeyler söyleyerek bana bir yol tayin ettiler. Ben başımı, emme basma tulumba gibi sallayarak onları dinledim ama işin gerçeği: yolumu bulmak değil kaybetmek niyetindeydim.
Çünkü bu böyle.. kendini kaybetmedikçe, yolunu bulamazsın. Kendini bir şeye vermedikçe, o şey de sana kendini vermez. Yok olmadıkça bir uğurda, var olamazsın. Öyle diyor Hz. Mevlana “her iş kendini ona vermekle ilerliyor. Kelimeler mana yolunda tükeniyor. Günler bir gaye uğrunda geride kalıyor. Tohum toprağa karışmakla, orada yok olmakla meyveye dönüyor.” Ben de bugün Newyork’a kendimi bırakmaya orada kaybolmaya niyetlendim ki, o da bana herkese söylemediği sırlarını döksün, kendini bana versin. Yolculuğuma Soho’da bir kafede sabah çayımı içerek başlıyorum. Newyork City’i bekliyorum birazdan buluşup yürüyüş yapacağız. Bana anlattıklarını not alabileceğimi ve paylaşabileceğimi söyledi. Bu sohbetten herkes nasiplensin diyor. * * *
Metroda..
Metroda yirmi yaşlarında bir delikanlı, uzak doğulu bir genç arkadaş, dale Carneige’in “dost kazanmak ve insanları etkilemek” kitabını okuyordu. Ayakta.. o yaşların kitabıdır. Ben de okumuştum. Çok huysuz ve uzlaşmaz biri olduğum için kimseye yaklaşmıyor ve kimseyi de kendime yaklaştırmıyordum. Kitab evde vardı ben de okudum ama bir faydası olduğunu söyleyemem. Çünkü işin içinde menfaat sezmiştim. Carneige kitabında dost kazanmanın yollarını anlatıyordu ama bana bu bir çeşit şaklabanlık ve yalakalık gibi gelmişti. Faydaları için insanlara yaklaşmam büyük bir ahmaklık olurdu. Çünkü her irtibatın doğurduğu bir hukuk ve kişi üzerine yüklediği sorumluluklarda vardı. Oysa ben henüz hukukla uğraşacak durumda değildim, hukukun kendisine dayandığı vücud-i Hakk’ı aramakla ile meşguldum. Hakk’ın bilmeden bulmadan, halkla ilgilenecek ve bu ilişkinin doğurduğu hukuka riayet edecek halim yoktu. Konu incedir. Eşyanın hakikatini bilmekle ve o hakikate uygun hareket etmek, hikmet sahibi olmakla ilgilidir. Sonra o konuya girelim.
Başlığımız da “Eşyaya hak ettiği değeri vermek” olsun.
* * *
Gördüğün zaman ne görürsün. Sevdiğin zaman ne seversin.
Soho’nun arka sokaklarında ve yan sokaklarında ve orasında burası da dolaşıyorum. Burası nispeten Downtown’a daha yakın bir muhit. Eskilerin sanat, edebiyat merkezi. Şimdi de eski günlerini aratmıyor. Her yerde sevimli kafeler, galeriler, küçük şirin butikler.. Mimari şehrin civcivli yerlerinden farklı, bizim Kadıköy Moda’yı andıran türde yapılar var. Şehrin bu yakasından hoşlandığımı itiraf edeyim, biraz ev tadı da aldım galiba.. bizim Kadıköyler, Moda’lar ayarında. Dalgınlaştım, etrafa gülücükler filan da saçmıyorum: İyiden iyiye mahzunlaştım ve duruldum. Bir şeyden hoşlanmaya başlayan kişinin, bu zaaf anını kendinden gizlemeye çalıştıkça, kendisine de yabancılaştığı, sessizleştiği, garip haller içine girdiği hepimizin malumudur. İşte bende de tam o haller görülüyor ve
Şİmdi ben neyi seviyorum burda? diye soruyorum. Yeni bir şeyi mi? Yoksa eskinin izlerini mi? Sonra dilim çözülüyor. Cevaplar bir bir geliyor. Yaş ilerledikçe, yeni tanıştığın ve ilk kez gittiğin bir mekanda ne sevdiğini ayırd etmek bir şekilde zorlaşıyor. Acaba orada gördüğün şeyi mi seviyorsun yoksa bu yeni karşılaştığın güzelin şahsında önceki sevgilinden kalan izlere mi vuruldun? Neyyork’u geziyorum, Soho’yu geziyorum.. Bu sevimli semtin arnavut kaldırımlarında, dar sokaklarında, köhne binalarında, rutubet kokan mekanlarında, güneş vuran pervazlarında, üst üste düşen gölgelerinde sevdiğim bu şehre ait bir resim midir, yahut ben bu kuytu köşelerde kadim sevgilimin, sehr-istanbul’un siluetini görüyor, seviyor ve ona mı çekiliyorum.
Cevap çok açık değil mi Sevgilim İstanbul..
Eylülcan
Comments