Konuyu bırakasım gelmiyor.
Hakk’ın “el-Vâsî” isminin tecellisi genişliğinde bir o yana bir bu yana savruluyorum. Bakalım bu bahri bi-pâyân bizi hangi kıyıya eriştirecek.
İşin sırrı tecelliyi tam haliyle kabul edecek bir kabiliyete ulaşmakta yatıyor herhalde. Yalnız konunun hassas olan tarafı, sonsuzluk nehrine uzattığımız kabımızın hacmi meselesidir.
Samiha Ayverdi’nin, bu mealdeki bir sözünü hatırlatmak isterim:
“Deryayı da boşaltsalar ellerine, eğer kabın bu kadarını almaya yetiyorsa, deryanın kabahati ne?”
İlk gençlik yıllarımda okuduğum bu söz bütün hayatımı şekillendirecek bir sürecin başlamasına vesile olmuş, anahtar bir cümledir.
Hakk’ın varlığında ikilik, bölünme, boşluk, kesinti olmadığına göre ve O bir ve her yerde olduğuna göre, hatta yer dahi onun varlığında bulunduğuna göre, onunla buluşamamak diye bir şey de olmaması gerek. O alemi yaratmakla kendi varlığını açıp aşikar ettiği sebeple, O’nun bazı gözler için gizli olması göz sahiplerindeki bir kusura işaret etse gerek.
Öyle ya, örtü güneşte değil; yaz güneşinden kaçmak isteyerek kat kat giyinen bedevinin üzerinde olabilir ancak. Sonra da güneş yok, onu göremiyorum diye homurdanmak niye?
Onun bu tedbirine kızıyor değiliz. Madem canı kıymetli, o halde kat kat örtünsün. Öyle ya, Şemsin zat nuruna dayanacak bir bünye henüz icad edilmedi. Ona ancak kendi varlığından bir eser kalmamış olan Kamer ayna tutabilir. Hem kendiliğin olacak, hem güneşi göreceksin, olacak şey değil.
Bu durum Hz. Mevlânâ’nın Mesnevîsinde geçen, sivrisineğin rüzgardan şikayet etmesi hikayesinde en güzel bir şekilde tasvir edilir. Sivrisinek, Hz. Süleyman’a gelerek rüzgardan şikayet eder. Rüzgar bu şikayet üzerine sorguya çekilmek için çağırılır, niçin sivrisineğin yuvasını dağıttığı sorulduğunda ise, görevinin esmek olduğunu ve yalnızca görevini yaptığını söyler. Bu esişte, alem için bir çok hayırlar vardır. Fakat mesele sivrisineğe gelince, ona düşen bu hadisenin aynasında gördüğü kendisini kabul edebilmektir. Kendi aczini ve zayıflığını itiraf etmektir.
Velhasıl, hadiseler bize tesir ediyorsa, bu bizde tesir edecek bir bünye göndüğü içindir. Bütün yakınlığı ve genişliğine rağmen Hakk’ı müşahededen geri kalıyorsak, bu bizdeki bir zaafı haber verir.
Peki bu bünyeyi nasıl yola getirmeli? Hakk’ın arzusûnu kabule yanaşmayan bünyeyi nasıl hale, yola, kıvama getirmeli? Nasıl kuvvetlendirmeli bu nefis sineğini ki, hangi yönden eserse essin tecellî rüzgarını hoş karşılasın. Başında da söylediğimiz gibi tecelliyi tam olarak karşılayabilmek için gereken kabiliyeti nasıl ve nerede bulmalı?
Cevap açıktır: “tecerrüd ederek”.
“Tecerrüd” soyutlanmak demektir.
El-vâsî isminin genişliğinde yaptığımız bu afaki seyrin, bizi seyr ü sulûk konusuna getirdiğini söylemek isterim. Ayrıntılarına sonra girmek istediğimiz “tecerrüd” ile ilgili birkaç şey söyleyerek bu günlük burada bırakalım.
Tecerrüd, yani soyutlanma bir yolculuktur ki, sırasında yerinden hiç kıpırdamadan tamamen iç alemimizde olup biter; sırasında ise sâliği binlerce kilometre ötelere, dağları devirmeye, deryalar aşmaya sevkeder.
Fakat özetle bu soyutlanma,
Toprağından çok yükseklere çıkmış bir dalın aslını bulma arayışı;
yahut bir başka deyişle köklerine ulaşma macerasına benzer.
Comments