Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Akşam 18.00 otobüsüyle Boston’a doğru yola koyulduk. İki günde toplam 3 saatlik uyku uyumama rağmen yine de uyuyamacağımı farkederek, yazmaya başlıyorum. Yoldayız. Ancak yolda olmak için illaki bir vesaitin içinde olmama gerek yok. Eskiden ilim için yola düşen taliblerin yaptığı yolculuklara rıhle denirmiş. Bir tür göç. O vakit, ne yaparsan yap rıhledesin. Otursan da rihledesin, yürüsen de; konaklasan da yoldasın gezsen de.. Niyetin ilim öğrenmek olduğu için, yaptığın herşey o niyetin bir neticesi oluyor. Newyork’tayken kendimi bu niyet dairesinde hareket ederken buldum. Gittiğimiz ziyaret ettiğimiz her mekandan, kendime katacak bir şeyler buldum, Allah nasip etti aldım çok şükür..
Çok enteresandır, maddiyatın ve Kapitalist düzenin adeta “Mekke”si olarak anılan bu şehre/kente girerken beni acaip bir hal aldı. Yatsı namazının vakit girmişti, -Allah kabul etsin diyerek- namazımı kıldım. O sırada kentin dışındaki varoşlardan, yıkık dökük yerlerden geçiyorduk. Belki “Mekke” kelimesinin tesirinde kalmış olduğum için olabilir, ama birden o harabeler bana Medine ve Mekke’nin dışındak
i fakir semtleri hatırlattı. Bir yandan evc makamında ilahiler dinliyordum. “Canım Kurban olsun senin yoluna adı güzel kendi güzel Muhammed”… Bir yandan da gönlümden taşıp dilimin ucuna kadar gelen duaları okuyordum. Kendi halime kendim şaşarak kapitalist düzenin merkezine, adeta haremeyn toprağına ilk defa ayak basan bir hacı adayının heyecanı içinde giriyordum.. Şimdi buna ne denir, bu hal nasıl izah edilir. Zaman ve mekan, insanın iç dünyasını yansımasından başka bir şey değil sanırım. Öyle geliyor ki, tabiatın bütün unsurları insan zekasının önünde eğildiği gibi, varlığın iki temel unsuru olan mekan ve zaman dahi insanın bakışıyla anlam kazanıyor, okunuyor ve yeniden yorumlanıyor.
***
İlk durağımız, Time Square oldu. Otele yerleşir yerleşmez, bir şeyler atıştırmak ve Time Square’e bir selam vermek için dışarı çıktık. Tabi önce biraz mıkırdandım. Koca Amerika bir damlacık meydana sıkışmış, gelsinler de bizim Elazığ’daki yaylaları görsünler tadında ince laflar soktum. –Anlaşılmamış ve laflarım yerini bulmamış olabilir-Ama sonrasında,, gördüğüm bu insan çeşitliliği karşısında Time Square’i başka türlü görmeye başladım. Her yönde bir hareket, her taraftan başka bir ses, her dilde başka lisan, başka renk.. Neredeyse çokluk aleminde mevcut olan her türe ait bir temsilci buradaydı. Bu çeşitlilik ve farklılık perdesi ardında, Hakk’ın türlü isimlerinin gizli olduğunu düşününce dilimin ucuna şimdi şu ilahi geliyor:
Şükür bizi bu meydana
Getirenin demine hu
Kesret içinde bu canı
Bitirenin demine hu
Tabi Time Square’den mülhem gönlüme düşen bu “meydan” kelimesinden kasıt, bütün bir dünyadır, yaratılıştır, varlık alemidir.
Kesret, Hakk’ın isim ve sıfatlarına ayna olan bütün bir mahlukat alemidir.
Can ise, Kesret içinde vahdeti, çokluk aynasından tecelli eden BİRLİĞİ görebilen kimsedir. Heman Allah birliği gören ve gösteren kamil insanın gönlüne girmek nasip etsin.Amin.
***
Ertesi gün, vakitlice kalkıp dışarı çıktık. Şehir turu almam gerekiği yönündeki tavsiyeleri kibarca küçük şehir gezilerine çevirmeyi başardım. Ya da öyle olduğunu ümid ediyorum. Niçin şehir turu yapmıyorsunuz efendim, gibi sorulara toplu cevap veriyorum:
Bir şehri hızlıca gezip öğrenme çabasını, ilk randevuda bütün güzel yönlerini ortaya koymaya çalışan kimselerin o yapmacık haline benzetiyorum. Oysa iki insanın- bu iki arkadaş, iki sevgili ilh. olabilir- birbirini zaman içinde, imkanların ve icbarların çizdiği yol üstünde yürürken tanımaları sanki daha güzel, daha tabi olur gibi geliyor. Aslında hayatla olan irtibatımızda böyle değil mi? Hayatın bütününü bir kerede, bir ömürde, tek başımıza kavrayamıyoruz. Hepimiz hayata farklı bir yönden atılıyor, bizim için takdir edilen ömür müddetince burada bir şeyler tecrübe ediyoruz. Yaşam adını verdiğimiz bir alan çiziyor ve oradaki tecrübelerimizden hareketle hayat hakkında genel bazı kanaatlere ulaşıyoruz. Kimsenin tecrübesi diğerininkiyle tam olarak örtüşmüyor. Kimsenin hayat algısı, diğerininki ile aynı değil. Aynı yöne bakan insanlar bile baktıkları o manzarada işaret edecek farklı güzellikler buluyorlar.
Meseleyi burada bırakmayarak biraz daha ileri götürecek olursak, kendimiiz bilmek ve bulmak için geldiğimiz şu alemde, hepimiz o “tek olan” Hakikatin farklı yönleriyle buluşmuyor muyuz? Allah’ın varlığı deryasında, herkes kendi kabını daldırıyor o zenginlikten ancak kabı ölçüsünde hikmet toplamıyor mu? Hikmetlerle dolu şu dünya kitabını hangimiz başından sonuna okumaya muvaffak olabildik?
Nerden nereye… Fakat bu ve bunun gibi fikirler etrafında dolaşan aklım, bu “bir günlük şehir turu” fikrine pek yatmadı. O nedenle şehir turu yapmaktansa, Newyork’u yavaş yavaş, tadına vararak, ihtiyaç ve imkan ölçüsünde tanımayı tercih ettim. Elimden geldiğince bu tanışıklıktan aldığım zevki aktarmak isterim.
Önce meşhur 42. caddeden inip beşinci caddeye ulaştık. Bu muhit büyük iş merkezlerinin bulunduğu, insanların sabah kahvaltısında iş toplantısı yaptığı, sokaklarında muntazam sırayla bölük bölük insanın işlerine koştuğu baş döndürücü yerler. Biraz içim sıkıldı, burada dünyanın ebedi olduğu kanaati hakim sanırım. Yani hep burda kalacağız, hiç ölmeyeceğiz, sonsuza kadar bu çark bizim, o halde durmayalım, biran evvel çarkı işletelim, hesabımızı bilelim havası esiyor. New York’lu işverenler ve çalışanlar, gerçek olduğuna inandıkları bu fikre benim de biran evvel katılmam için aşırı bir çaba sarfediyor gibiydiler. Ne var ki, bir süre sonra peş ettiler. Zira insanların stres içinde koşturduğu bu caddelerde biz iki arkadaş, keyifli keyifli kitaplarımızı okuduk, ödevlerimizi yaptık, sosyal mevzular üzerine düşündük, taşındık-laf aramızda birazda attık, tuttuk. Güzel bir kafede ders çalıştıktan sonra beşinci caddeden Central Park’a uzanan yolu adımlamaya başladık. Yol üzerinde büyük bir klise var, görür görmez hemen kendimizi oraya attık. Kiliseye, en umutsuz bir anında, çöl ortasında vahaya kavuşmuş bir bedevi gibi sığındım. Içeri girdiğimizde, öğlen dersi devam ediyordu. Pederin, son derece anlaşılır bir ingilizce ile söylediği şu sözleri Allah’tan bir ikram olarak aldım, dinledim: “Güzel şeyler, kavuştuğumuz nimetler bizi mutlu eder; yaşadığımız zorluklar ise bizi törpüler, eğitir. Bu iki zıddın birleşmesinden ise, hayatın ışığı ortaya çıkar.”
Bu ifadeler bana Hz. Peygamber (a.s)’ın şu hadisini hatırlattı: “Mü’minin başka hiç kimsede bulunmayan ilginç bir hali vardır; O’nun her işi hayırdır. Eğer bir genişliğe (nimete) kavuşursa şükreder ve bu onun için bir hayır olur. Eğer bir darlığa (musibete) uğrarsa sabreder ve bu da onun için bir hayır olur. Bu gerçeği bilmek çok mühim. Zorluk geldiğinde, bir zorlukla karşılaştım, şeklinde değil fakat “şimdi sabrı tecrübe edeceğim bir döneme girdim” diyerek konuyu olumlu bir dil ile yorumlamalı. Devran dönüp, nimet geldiğinde ise, nimete takılmayarak, hadiseye “şimdi şükretmeyi öğreceğim” şeklinde yaklaşmalı. Böylece dikkati elde olana ya da elden çıkana değil, Allah ile irtibatta olmaya yöneltmeli. Genişlikte şükredek, darlık zamanı sabrederek ama her iki halde de O’nunla irtibatta olduğunun şuurunda olmak… Öyle hissediyorum ki Hakk’ın celal ve cemal tecellisini birleyen bu kalbe, fırtınalı bir gecenin ardından doğan bahar güneşi gibi, Allah’ın zat ve cemal nuru dolar. Rahibin “hayat ışığı” dediği bu hal, ümmet-i Muhammed’in gönlündeki ”nurullah” olsa gerektir.
Vallahu Alem.
Ümmet-i daveti kendi ibadetleri ve dersleri içinde mesut ve meshur bırakarak, biz yolumuza devam ettik.
***
Central Park..
Çok sevimli ve pozitif bir yer.. Hava sıcaklığı da on beş derece kadar vardı. İşin aslı hazırlıksız yakalandım, bisiklet kiralayabilsem en fazla bir saat içinde parkı gezebilirdim. Bir dahaki sefere inşallah. Şimdi her mekanı bir başka mekana benzetme huyumu burada da işleteceğim. O saatlerde New York biraz İstanbul’u andırıyordu, şehiin gündüz enerjisi İstanbul’a benziyor. Central Park da ben deyim Maçka parkı, siz deyin Özgürlük Parkı.. Öyle İstanbul kokuyordu ki sormayın gitsin. Central park aynı anda hem memleket özlemimi depreştirdi, hem de tuhaf bir şekilde bu özlemi giderdi.
***
Öğleden sonra eski kafelerden birinde oturup ders çalışmak için metroyla
Downtown’a geçtik. Burası şehrin ilk kurulduğu yer. Eski merkez. Çok sevimli yapılar, tarihi binalar, 1920lerin, 30’ların izleri var. Belki daha eski. Gezdiğimiz gördüğümüz yerlerde, Amerika’da çok zor rastlanacak türden, yerel izler taşıyan şeylerin bulunduğu hediyelik eşya dükkanları gördüm. Ya da çılgın indirimlerin olduğu daha modern dükkanlar. Ama.. Hiçbirşey almadım. Ben seferiyim, üstüne ilim yolculuğundayım. Sabit bir mekanım, gerçek anlamda bir evim bile yok. Götürecek bir evim olmadıktan sonra, bir şey almanın ne gereği var. Almadım ve almadığıma da hayıflanmadım. Ancak İstanbul’da olsa böyle olmazdı. O gördüğüm şeyi kafama takar bu gün olmazsa yarın, yarın olmazsa aybaşı, aybaşında olmazsa borç-harç ama sonunda mutlaka gider alırdım. Alınca da, akşamdan sabaha hevesim kaçar, o nesneyi evin bir köşesine bırakır, unutur ve başka bir arzunun peşi sıra koşmaya giderdim. Halbuki şimdi o beğendiğim sevdiğim şeyleri alamadığıma hiç üzülmüyorum. Tabi bunu bütün bir yaşantıya şamil etmek gerek. Nihayetinde buraya gelmeden önce, evimde otururken de seferiydim. Bu dünyada seferi değil miyiz? Evet. Peki seferi olana ne gerek? Bir ince döşek, bir lokma ekmek. Ama bunu unutup sahip olamadığım şeylere üzüldüğüm olmadı mı? Oldu. E o zaman geçmiş olsun. Boşuna yormuşssun kendini Eylül. Bundan böyle olmasın inşallah.
Seferisin sen, ilim yolculuğundasın.
Ne demiş büyüklerimiz
Menzili uzun olana,
Bir çift demir çarık ile
Bir de demir asâ gerek.
***
Hava çok güzel olduğu için, gezdiğimiz bir çok kafeye tüm sevimliliklerine rağmen girip oturamadık. Sonbahardan kalma ya da ilkbahardan bir numune olan bu New York gününü, Washington Square denilen meydanında NY Universitesi öğrencileri ile beraber ders çalışarak geçirdik. Orada bir ikrama uğradığımın, uğradığımızın kesinlikle idrakine vardık. Meydanın ortasında bir piyano resitali vardı. Şubat ortasında on beş dereceyi aşmış olan hava sıcaklığı, meydandakileri biraz çakırkefy etmiş gibiydi. Ders çalışanlar, resim yapanlar, entellektüel bir muhabbeti demlemiş olanlar… Meydandaki zafer takının altından geçmemizle birlikte, sanki başka bir aleme açılan bir kapıdan geçmiş gibiydik. Buradaki yaşamın unsurları ve terkibi başkaydı. Ateş, hava, su, toprak bu meydanda farklı bir terkiple bir araya gelmiş ve başka bir gerçeklik kurmuşlardı. Belki burada beşinci bir element terkibe katılmıştır, kimbilir.
Ben, yeni başladığım hayatın belirsizlikleri, arkadaşım ise akademi dünyasının zorlukları ortasında beliveren bu kapıdan içeri girerek; beklentilerimizin yorgunluğu ve hayalkırıkllıklarımızın ağırlığını bir süre olsun üzerimizden attık. Korkunun ve ümidin olmadığı, sadece var olanı seyrettiğimiz ve zevk aldığımız bir alemde, tamamen Allah’ın ikramı olduğunu hissettiğimiz bir iki saat yaşadık. Nimeti değil, nimeti vereni görmeyi nasip eden Allah’a şükürler olsun.
Not: Ben de kendimce bu ortama bir şeyler katmak gereği duymuş olmalıyım ki, bir ara kendimi piyanistin yanında buldum. Sanat zevkimi ve sahne arzumu tatmin edecek kadar bir şeyler mırıldandım sanırım. Ayrıntıları seyirciye sorunuz.
***
Uzun ince bir yoldayım
gidiyorum gündüz gece
Seferimize devam edelim.
Ikinci günden, anlatılması gereken şey otobüs terminaline gidiş yolumuz olsa gerek. Yoksa kutsal yolmu demeli. Doğrusu, bu yol kutsal bir yolculuğa nasıl dönüştü bilemiyorum. İtalyan mahallesinden geçerken herşey normaldi. Dışarı atılmış masalar, İtalyan aksanıyla havada uçuşan ingilizce kelimeler, café laaaatteler. Ancak italyan arkadaşlarımızın mahallesinden çin mahallesine girer girmez, bizdeki fener alayına benzer bir dini merasim alayı ile karşılaştık. Ya da karşılandık mı demeliyim. Ne olduğumuzu şarşırdık. Hanidir bütün marifetlerini dökmek için bizi bekliyor gibilerdi. Üzerlerinde renkli kostümler vardı, bir müzik eşliğinde dans ediyor ve etraflarını saran halkı selamlayarak ilerliyorlardı. Sanırım, bu dans kendi inançlarında bir kutsama faaliyeti. Oldukça uzun süren bu faaliyet boyunca yol kapandığı ve ilerleyemediğimiz için, doğal olarak bizde bol bol kutsanmış olduk. Ama bu bir defa ile kalmadı, girdiğimiz her mahallede yeni bir dini tören ile karşılaştık, sonra yine karşılaştık ve yine.. Nihayet, kutsana kutsana Çin mahallesinden çıktığımızda otobüs terminaline de çok az bir yolumuz kalmıştı. O kısacık yolda nasıl oldu da bir Budist tapınağı bulabildik doğrusu hiç bilemiyorum. Fakat önünden geçmişken böyle orjinal bir şeyi görmeden gitmek ayıp olur düşüncesiyle hemen içeri girdik. Buda’nın önünde bir müddet durdum. Bir prens iken tacını tahtını bırakıp, dünya nimetlerinden yüz çevirişinin ve hakikat arayışının hikayesini hatırladım. Çok güzel, çok orjinal bir hikayedir. Düşünürken ederken, tam “büyük insanların zor hayatları” konusuna dalıp duygusallaşmak üzereyken, heryerde mebzul bir şekilde ortalığa saçılmış portakallara aklım takıldı. Doğrusu, yıllar önce vefat etmiş bulunan Buda’ya yapılan bu ikramın haddi hesabı yoktu. Sanki biraz da gereği yoktu. Portakallar, çiçekler, kokular, çiçekler, tekrar portakallar.
Çin mahallesi ve budist tapınağı beni düşündürdü. Hakk’ın vechi her yönde. Onu bir yöne hasretmek isteyenler, Hakk’ı kendi idrakleri nisbetiyle sınırlamaya çalışıyor. Oysa bu imkansız.
Allah ötelerdedir diyen, onu öteler ile sınırladı; Allah yalnız şuradadır diyen, bir puta bir taşa hasrden, O’nu hulul (bir yere girme, yerleşme) ile sınırladı. Yalnız tenzih edenler, dünyayı yorumlamada eksik kalırken; yalnız teşbih edenler maddenin ötesine geçemedi ve olduğu yerde kaldı. Hz. Allah ötelerdedir diyenler, dünyayı küçümsedi; Tanrı maddededir diyenler, ruhu göremedi. Hz. Peygamber ise, maddi olan ile manevi olanın çatışmasını, İslam dini ile barışa döndürdü. O maddeyi Hakk’ın bir tecellisi olarak gördü ve hürmet etti; Ancak Hakk’ın asla görünenlerin bir toplamı olamayacağını, zatının herşeyden münezzeh olduğu öğretti. Peygamber (a.s), “La ilahe illallah” ile Hakk’ı tenzih ederken; diğer yandan “Muhammeden Resulullah” diyerek teşbih etti. “La ilahe illallah, Muhammeden Resulullah” ifadesiyle, tenzih ve teşbih arası bir yol tutmak gereğini bütün aleme duyurdu.
Bu farklı inançları görünce, hidayetleri için dua ederek gönlümü doğru tutmaya çalışıyorum. Hakk’ın kulları hakkındaki takdirini hürmet etmeye çalışıyorum. Ama sonuçta, Hz. Peygamber’in ümmeti ikiye ayrılıyor: Ümmet-i İcabet ve Ümmet-i Davet. İcabet Ümmeti Hz. Peygamber’in davetini kabul ederek Müslüman olanlardır, ümmet-i davet ise hali hazırda İslam’a davet edilmekte olanlardır. Hristiyan, musevi, budist, Taoist ve diğer inanç mensupları, davet bekliyorlar. Üzerimize düşen bir borç olduğuna inanıyorum. Biz, Hz. Peygamber’in davetine icabet etmek lutfüna nail olanlar, bu iman sofrasından nasiplenenler, “komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisine kulak vererek, zevkimizi alem halkıyla paylaşmalıyız. İslam’ı en güzel şekilde yaşayarak ve onu anlatan eserler vererek herkesi bu iman sofrasına davet etmeliyiz, diye düşünüyorum. Allah nasip etsin.
***
Otobüste..
Dönüş yolundayız.
Rıhledeyiz.
İlim için yapılan yolculuk.
İster Şam’a, Mısır’a olsun; ister Boston’a, New York’a. Farketmiyor.
Niyet ilim olunca adına Rıhle deniyor,
Ancak şunu gördüm ki, bir kez ilim öğrenmeye niyet edince de,
bütün dünya okunacak bir kitaba dönüşüyor.
Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Comments