Herhangi bir kimsenin a’yan-ı sabitesi neyi gerektiriyorsa o kimse kendi ayn-ı sâbitesinin mecbûrudur. Onun kader sırrı bu şekilde olmasını zorunlu kılmıştır. O halde kişi kendi istidadına bağlı olduğunu, kendi mahiyeti, ayn-ı sâbitesi ve istidadı ne şekildeyse onun aksi olmadığını ve bunların kaybolmadığını, bilakis kendisinde zamanı gelince teker teker zuhur edeceğini bilirse huzurlu olur.
***
Meclise girdiğinde nereye oturması gerektiğini bilemediği için bir süre öylece kalakaldı.
Nereye oturmalı?
Baş köşe olmaz, onun daima bir sahibi vardır. Şimdi de var. Buna göre baş köşe olduğunu düşündüğü koltuğu bir kalemde eledi. Temkinli gitmek gerek. İddialı bir yer olmamalı, fakat büsbütün zayıf görünmesine sebep olacak bir yer de doğrusu hoş olmayacak. Bu yer baş köşeyi gören bir yer de olmalı, böylece nerede olursa olsun meclisin ritmini de yakalayabilecek. Çok güzel.. o zaman meclis içindeki kıdem sırasına, toplum içindeki vazifesine, makamına, soyuna, sopuna, yaşına, başına, cinsiyetine münasip düşen bir yere geçmeli. Bütün bunları göz önüne alarak meslek ve kıdem itibariyle kendisinden daha aşağı gördüğü bir grubun biraz önünde oturmakta herhangi bir beis olmadığına karar verdi. Uzun süren bekleyişin ardından nihayet meclisteki halkanın üçüncü sırasında kimseyi rahatsız etmeden kolayca ulaşabileceği bir yere oturdu. Burası tam olarak isabet etmiş olmasa bile en azından cüretkar olmadığını düşündüğü bir yerdi.
Etrafındakilere samimi ve güleç bir yüzle selam vererek hal ve hatırlarını sormaya başladığında, içine yavaş yavaş bir şüphe düştü. Bunlar kimdi? İçlerinden bir kaçını tanıyor ve kendine yakın buluyor, tamam, ya diğerleri? Belki bir kaç kez görmüşlüğü var ama nerede? Nereden tanıyor? Çok yakın olmadıklarına, onları rahatça hatırlayamadığına göre mutlaka yüksek bir makamda olmalıydılar. Az görüştüğüm büyüklerden olmalılar, diye düşündü. Anlaşılan o ki yanlış halkaya oturmuştu. Derin bir nefes alıp yutkunmak istedi, ama dili damağı kurumuştu, bunu zar zor başarabildi. Ensesinden aşağıya biri ateş üflüyor gibi, oturduğu yerin altından birisi demir çubuklarla onu dürtüklüyor gibi, sırat köprüsünde asılı kalmış ve gayya kuyularıyla yüzyüze gelmiş gibi her yanından ateş fışkırıyor, kıpırdamak istedikçe içine düşeceğini gördüğü durumun vehameti karşısında put kesiliyor, nefesi tutuluyordu. Göz bebekleri irileşmiş ve bir noktaya sabitleşmiş halde düşüncelere daldı.
Neyse artık olan olmuş, bir kez bir hata yapılmıştı. Demek yanlış yere konmuştu. Şimdi çaresine bakmalı, diye düşündü. En akıllıcası yavaş yavaş geri çekilmek ve herkes kendi işiyle meşgul olduğu bir anda son hamleyi yaparak arka sıraya geçmekti.
Planladığı gibi usul usul geri çekildi ve en münasip bir zamanda arka sıraya kendini bıraktı. Yanındaki genç, “A siz burada mıydınız, hiç kusura bakmayın, dalmışım, farketmedim” manalarına gelen bir tebessümle başını eğerek selam verdi. Oturduğu yere yerleşmeye, onu kabullenerek en rahat şekli bulmaya çalışıyordu. Bu arada göz ucuyla iki yanı kontrol etme imkanı da bulmuştu. Her şey güzel ve tabiî. Harika. Sanki hep oradaymış gibiydi. Bir kaç ahbaba başucuyla selam verdi. Cebinden mendilini çıkarıp yüzündeki nemi aldı. Derin bir nefes alıp arkasına yaslanıyordu ki kendisine dehşet içinde bakan bir çift gözle karşılaştı. Göz göze geldikleri anda tutulup kaldı, kıpırdayamıyor, nefes almıyor, gözlerini kırpma ihtiyacı duymuyordu. Halinin tuhaflığını farkederek; küçük bir tebessümle bu durumdan çıkmaya çalıştı. Bunu yapmak için yalnızca ağzını hareket ettirmesi yeterliydi ama yüzünün orta yerine sabitlenmiş bir hat şeklinde uzanmış ağzını hareket ettirmek o derece kolay olmadı. Zaten gözleri bir dehşet ifadesine kitlenmiş haldeyken tebessüm etmek pek de anlamlı değildi. Yine de denedi. Sonunda tebessüm etmeye başardığında bu daha çok bir sırıtmaya benzemiş ve bu da son noktayı koymaya yetmişti.
Ve..
Çözüldü.
İçinde mütemadiyen konuşan mu’teriz ses, “Sen bakma ona” diyordu. “Burası senin için en uygun bir yer. Nereye gideceksin, ön sıraya mı? Daha az önce ordan buraya canını dar attın. Geriye mi? Orası değerini yere düşürmekten başka nedir? Sana ne verir? Olduğun yerde dur, bakma sen ona, bakma sen o…”
İçinin sesi vücudunu da harekete geçirmiş, dehşetengiz bakışların tesirinden kurtulmak için huzursuzca kıpırdanmaya başlamıştı.
Bakma ona..
öbür tarafa dön, yanındakiyle ilgilen. Içinden bir şarkı söyle, bir kağıda notlar al. Oraya hayatın anlamını yaz. Başka şeyler düşün.
Fakat ne mümkün. Düşünemiyor. O bakışta gizli manaya hak veriyor. Haklı değil mi? Bu mekan, bu sıra, işte şu oturduğu yer.. Şu günlere gelmek, geldiği noktaya ulaşmak kolay mıydı? Hayır. Hiç de kolay olmamıştı ama işte şu küçücük yer bile kendisine münasip bulunmuyordu. Ya şimdi kalkıp gidecek ya da kendini başka düşüncelerle oyalayıp makamından vazgeçmeyecek.
Olmadı, yapamadı. Döndü dolaştı o bakışın manası etrafında dolaştı, tıpkı maksudu kuyusu etrafında gezinip içine düşen bir talib gibi, o bakışın dehşeti derinliğine daldı. Samimi olmak gerekirse hiç de haksız olmadığını düşünüyordu. Onu şaşkına çeviren de buydu. Çevresinde kendisine riyakarca tebessüm eden sahte dostlardan çok kimbilir belki kendisine ayna tutan o dürüst bakışların düşmanlığına teşekkür etmeliydi. Öyle ya kendini ne zannediyordu?
Bir kalemde buna itiraz etmek ve kendini temize çıkarmak ve orada mıh gibi çakılıp kalmak mümkündü ama.. O, karşısında kendisinden emin bir şekilde duran güce karşı koyamadı. Üstelik bu durumu istedi. Nefsini kınadı. Bu büyüklük ve makam endişesinden sıyrılmak istedi. Biraz sükut edip iç alemine çekilince, gayri ihtiyari vücudunun da geri çekildiğini ve arka sırada kendisine bir yer bulmaya çalıştığını gördü. Buldu da. Şimdi neredeyse son sıraya gelmişti. Bundan sonra tek tük bir kaç sandalye ve en arkada eski-yüksekçe bir minderden başka bir şey yoktu.
Ayıp oldu, dedi. Baştan gelip şuracığa ilişiverecektim. Kendimce ölçtüm, biçtim, şu iyi bu kötü dedim, noldu, al işte bu oldu. Nefsini kınamakla, temize çıkarmak arasında bir yerde duruyordu. Belki daha olumlu bir düşünce yoluna girebilirdi ama o sırada kimse ona yardımcı olmadı. Güleç bir yüz, bir işaret bir ima bekledi. Bulamadı. Herkes yanındakiyle muhabbetteydi. Ön sırada hararetli bir konuşma oluyor, ilk sıradakiler o konuşmadan duyabildiklerini kendi aralarında tartışıyor, üçüncü sıra daha kendine dönük, sessizlik hakim. Dördüncü sırada biri çantasından bir yiyecek çıkarmış etrafındakilere ikram ediyor, arkalara gelmeden tükeniyordu. Fakat kokusu her yana yayılmıştı. Daha arkada ekşi yüzlü bir grup var. Dehşetli bakış atanlar oradan çıkıyor. Az önce de herkesi ürküten bir ses yükseldi. Sahibini kimse çıkaramadı. Neyseki olay çabuk kapandı. Şimdi oturduğu sıradaki insanların tipi değişken, homojenlik filan hak getire. Bunların bir kısmı halinden memnun, onların bir çoğunu tanıyor; bir de hiç halinden memnun olmayıp somurtanlar var. Bunların da bazılarını çok eskiden tanıyor. Memnun olanlarla olmayanlar birbirleriyle konuşmuyor. Tek ortak noktaları hepsinin az önce ikram edilen suyu içmiş olması. Burada huzurlu değil. Buraya layık değil. Belki bu meclise hiç gelmemeliydi. Sıranın yerin bir önemi yok. Makamın, mevkinin, toplumdaki görevinin, meclisteki kıdeminin, hiç bir şeyin. Mesliste olmasa da olur yeter ki kendisini huzurlu hissedeceği bir yerde bulunsun. Buraya ait değil. Belki kabul etmeli; hiç bu işlere gönül vermemeliydi. Buruk bir ifade yüzüne yerleşiyor, mutsuz ve huzursuz olarak orada görünmek istemiyor. En arka sıraya geçerse onu kimse görmez, toplantı bittiğinde de o en önce kalkar böylece kimseyle muhatap olmadan bu iş biter. Bu düşüncelerle bir sıra daha kayıyor. Kırık dökük eski bir sandalyeye ilişiyor. Şimdi daha rahat . Hele şu gün bir geçsin. Bir daha gelir mi? … Hemen kestirip atamıyor. Onu düşünecek.
Meclisteki uğultu aynı perdeden kesintisiz devam ederken, içinde bulunduğu devamlı gerileme durumunun bir parçası olarak kimse görmeden usulca kalktı. Layık olmadığını düşündüğü bir güzide insan topluluğunun her hangi bir sırasını işgal etmeye gönlü ve nefsi el vermeyerek kalktı. Kimsenin oturmak istemediği bir köşeye yerleştirişmiş, eski ve alçak bir mindere adeta yığılırcasına kendini bıraktı. Böylece az önceki sıra endişesinden de bütünüyle kurtulmuş olacaktı. Daha mindere kendini bırakır bırakmaz bir vaveyladır koptu. Her biri kendi muhabbetine koyulmuş meclis azalarının hepsi birden ayaklanarak farklı makamlardan bağarmaya başladılar:
Çabuk in o minderden. Ne yaptın? Orası bu meclisin onur makamıdır. Nasıl oturursun? İn çabuk. Manevi bir makamın temsili olan o yere nasıl göz dikersin. Bu güne kadar kimse oturmamıştır oraya. Aman ya Rabbi, olacak şey değil.
Daha fazlasını da söylediler. Ve daha neler neler… Fakat o duyamadı, ani bir hamle ile sıçrayarak ayağa kalkmak isterken gözü karardı ve oracığa yığıldı kaldı.
***
Ayıldığında onu tekrar meclise getirdiler. Evvelce baş köşe addediği yerin, Sahibine takdim ettiler. Meclisin sahibi onu elinden tutup çekti ve yanına oturttu. Bu hiç ummadığı durumu, kendisinden hiç beklemediği bir sükunet içinde, tebessüm ederek karşıladı. Konuşmadı. Küçük bir iç arbededen sonra iç sesini de susturmayı başarınca.. Meclisin sahibi elini onun omzuna koyarak hafifçe sarstı, etrafı işaret etti. Herkes az önceki yerinde ve az önce buludukları hal üzereydi. Kimsenin ona baktığı onunla ilgilendiği yoktu.
Sahib-i meclise yönelince gönlüne onun nazarı doldu
O nazarla varlığı pür neşe ve huzur oldu
Bulunduğu yerden biraz önce kendisi için taktir ettiği üçüncü sırayı ve nefsinin türlü oyunlarıyla kendini attığı diğer bütün sıraları rahatça görebiliyordu.
Kendisi için taktir ettiği, halkın kendisine münasip gördüğü ve sonunda nasibine düşen şey arasında ne azim ne büyük fark vardı.
Ama bu halkalar arasında gerçekten fark var mıydı?
Kabul etmeli ki Sahibin meclisinde ve Onun huzurunda olduktan sonra heryer aynıydı
Huzur neydi?
Huzur,
olmak istediğin yer ile
nihayet kendini bulduğun yer arasında
fark olmadığını bilmekti.
留言