top of page
Ara
Arzu Eylül Yalçınkaya

Hikaye deyip geçme

Ticaret için Hindistan’a giden bir tâcirle, kafeste mahpus kalan kuşunun Hindistan tûtîlerine selâm göndermesi beyânındadır 

Ünlü bir tâcirin, çok güzel bir papağanı vardı. Tâcir, eşi benzeri olmayan bu papağanı Hindistan’dan getirmişti. Bir gün ticaret amacıyla Hindistan’a gitmeye niyetlendiğinde tek tek bütün dostlarını dolaştı. “Ne istersiniz, size ne getireyim?” diye sordu. Köle ve hizmetçilerinin de gönlünü yapmak istedi ve onlara da birer hediye vaat etti. Ne de olsa hediyeleşmek Peygamber sünnetiydi; kalpleri birbirine yaklaştırır, dargınlıkları giderirdi. Tâcir, son olarak çok sevdiği sevgili papağanına dönerek “Sen ne istersin? Baba ocağın, anayurdun Hindistan’a gidiyorum. Dile benden ne dilersen.” diyerek taltif etti.

Papağan bu sözleri duyunca vatan özlemi içinde önce derin bir ah etti. Sonra “Efendim, ben sizden hiçbir şeycik istemem, yalnız oradaki papağan kardeşlerime benim selamımı ve sevgimi götürün.” dedi.

Tâcir, şaşkınlıkla “Canım onda ne var? Selamını söyledim gitti say. Asıl ben sana ne getireyim, onu soruyorum. Emret, oradaki bütün cevizleri, yemişleri önüne sereyim, istediğin kafesi söyle, altın bile olsa alıp getireyim.” dedi.

Papağan mahzun bir şekilde başını önüne eğerek: “Benim sarayda, köşkte gözüm yoktur efendim.” dedi. “Hindistan’daki papağan kardeşlerime selamımı iletin yeter. Bir de şu sözlerimi unutmayın lütfen.”

Papağan bildiği bütün can alıcı sözleri sıralayarak en âlâsından, bir mektup yazmaya başladı:

“Dostlarım, papağan kardeşlerim. Siz orada bağlar, bostanlar içinde güzel güzel gezerken, ormanlarda hindistan cevizleri ağaçlarına konmuş güzel güzel öterken revâ mı ben burada kafesler içinde kalayım. Ben sizin özleminizle yanıp tutuşurken, yurdumun özlemiyle burnumun direği sızlarken acaba orada beni düşünen var mıdır? Bir an olsun hatrınıza gelir miyim?

Kafeste olmak, hiçbir şeye benzemiyor dostlar. Bana kurulan tuzağa düşüp de bu kafese girdim gireli, bunu çok iyi anladım. Önceden altın kafeslere özenir, gümüş kafeslere imrenirdim. O özendiğim hayat meğer hapis hayatıymış. Evet doğru, yediğim önümde, yemediğim ardımda. Burada bana çok ihtimam gösteriliyor; beni yağlıyorlar, ballıyorlar. Halbuki benim istediğim yalnızca özgür olmak. Bir kere daha olsun, eski günlerdeki gibi semâda özgürce uçabilmek istiyorum.

Evet doğru, burada beni yere göğe koyamıyor, çok seviyorlar. Türlü renklerle süslenmiş kanatlarımı açtığımda dönüp dönüp bakıyorlar. Ben sabah akşam insanların isteği üzerine şakıyorum, türlü nağmeler düzüyorum; alkışlıyorlar. Halbuki benim istediğim ne bu sahte dostluklar ne bu yapmacık tavırlar… Ben yalnızca samimi dostlarla edeceğim o halisane muhabbeti özlüyorum.”

Efendi güzel sesli tûtîyi sonuna kadar dinledi, bütün sözleri anlamasa da az çok bir şeyler belledi. Hindistan’a gidip, işini bitirir bitirmez hemen diğer kuşların yanına gitti. Özgürlüğün verdiği neşeyle kol kola, kanat kanada hep beraber şarkı söylüyorlardı. Bir iki kem kümden sonra söze başladı. Kafesteki tûtînin selamını iletti. Sözü burada kesecekti ama içi elvermedi. Selamın, sözün hakkı vardır; madem söz verdim, ileteyim diyerek papağanın uzun uzun anlattığı her şeyi bir bir aktardı.

Hindistan’ın en renkli ve marifetli kuşları bir aradaydı. Tâciri dinlediler, ah vah ettiler, sonunda içlerinden birisi bir nara atarak sıçradı ve ruhunu Hakk’a teslim edip vücudunu oracığa bıraktı. Tâcir ne yapacağını şaşırmıştı, çok üzüldü. “Ne yaptım ben? Hakk’ın severek, isteyerek yarattığı masum bir cana kıydım. Elimle, kolumla yapmadıysam da bir şekilde yaptım. Söylemeyecektim o lafları işte, niye?” gibi pişmanlık dolu sözler söylüyordu. Ama sonra Hz. Peygamber’in (s.a.s) “keşke” ile başlayan sözlerden hoşlanmadığını, bunları tasvip etmediğini hatırlayarak sustu. “Elbet her işte bir hayır vardır.” diyerek evinin yolunu tuttu.

Şehre gelince doğruca ısmarlanan şeyleri sahiplerine verdi, hizmetçilerin hediyelerini verip gönüllerini yaptı. Sonra koşarak sevgili papağanının yanına vardı. Kafesinde tatlı tatlı öten tûtî, efendisini görünce hemen: “Götürdün mü dostlara selamımı?” diye atıldı.

Efendi her ne kadar işin hayrını görmeye çalıştıysa da hakîkati daha görememişti. Söylenmeye başladı:

“Ah söylemez olaydım. Sorma başımıza gelenleri. Ben senin selamını iletince hepsi başlarını emme basma tulumba gibi bir ileri bir geri sallayarak selamını aldılar, kabul ettiler. Sonra tam senin buradaki hayatını anlatırken içlerinden birisi bir sayha atıp yere düştü. Vallahi ben bir şey yapmadım, senin o tûtî arkadaşın, mekânı cennet olsun ama galiba Hakk’ın rahmetine yürüdü.” dedi.

Tûtî: “Nasıl yani? Benim arkadaşım öldü mü şimdi?”

Efendi: “Öyle. Artık bir şey yapamayız, en iyisi ardından bir Fatiha okuyup hayatımıza devam etmeliyiz. Eh eninde sonunda hepimiz bu diyardan gitmeyecek miyiz? O güne kadar hayatın nimetlerinden kam alıp eğlenmeliyiz.” dedi.

Papağan daha fazla bir şey söylemedi. Tâcir bu durumdan şüphelendi. “Tüh, bak yine yanlış yaptım. Çok mu lazımdı bu haberi koşa koşa ilettim. Zavallıcığın şaşkınlıktan dili tutuldu.” gibi sözler söyleyerek bahtına ağlamaya başlamıştı. İşte tam o esnada, kafesteki papağana ne olduysa oldu, tıpkı Hindistan’daki arkadaşının yaptığı gibi o da bir sayha atarak sıçradı ve kendini yere attı. Belli ki dostunun acı haberine dayanamayarak o da ruhlar âlemine kanat açmıştı.

Tâcir bu duruma çok üzüldü. Hali içler acısıydı doğrusu. Kendisine olan öfkesinden orasına burasına vurmaya başladı. Eğer kafasında saç olsaydı mutlaka onları da yolardı. Allah’tan keldi de buna gerek kalmadı.

Siniri geçtikten sonra sevgili papağanına olan son görevini yerine getirmek üzere onu kafesten çıkarmayı akıl etti. Kafesin kapağını açıp onu eline aldığı anda, papağan birden hareketlenerek uçtu ve karşıdaki ağacın dalına kondu. Tâcir ne olduğunu anlayamadı, hayretler içinde kalmıştı. Sordu:

“Hayrolsun, bu nedir? Az önce papağanım öldü diye sala verdirdim ama maşallah hayattasın. Ben bu işi anlamadım ama bu işin içinde bir hikmet olacağını anlayacak kadar da kendimdeyim. Anlat bakalım, işin hakîkati nedir?”

Papağan, efendisine dönerek:

“Efendim, Hindistan’daki dostlar o aşk ve iştiyak dolu mektubumu dinleyince bana acıdılar. Kendileri sonsuzluk âleminde mutlu mesut yaşarken benim burada kafeste kalmama râzı olmadılar. Siz benim mektubumu okurken düşüp ölen arkadaşım bunu bana bir ders olsun diye yapmış olmalı. Siz olup biteni anlatınca gördüm ki ben bu kafeste türlü marifetler yaptıkça, buranın şartlarını kabul edip ona göre yaşadıkça bana buradan kurtuluş yoktur. O yüzden bir iki gün marifetlerimi gizledim, süslerimi sakladım, konuşmayı, şakımayı bıraktım. Ancak gördüm ki çıkmamış candan ümit kesilmiyor, başta siz olmak üzere halkın bana teveccühünde bir eksilme, benim de onları arayışımda bir değişiklik yok. O halde dedim, bu iş ölmedikçe olmayacak. Ben bu kafesten ölmedikçe kurtulamayacağım. Hz. Peygamber’in (s.a.s) “Ölmeden önce ölünüz.” hadîsini ve arkadaşımın kendisini feda edişini hatırlayarak bir sayha attım ve kendimden geçtim. Ölürüm sanmıştım herhalde ancak bayıldım. Siz benim öldüğümü sandınız, benim için salâ okuttunuz. Allah razı olsun.” dedi ve devam etti:

“Ama siz beni yine öldü bilin. Kanatlarımın renklerinden, sesimin güzelliğinden, yediğim gıdaların lezzetinden, bana medh ü senalar düzen şaklabanların alkışlarından vazgeçtim. Öldüğümde beni terk edecek şeylerin tümünü gönlümden sildim. Bu halimle bir dünya insanı için çok da yaşıyor sayılmam.”

Tâcir duygulanmış, ağlamaklı olmuştu. Göz yaşlarını usulca silerek:

“Yolun açık olsun, sevgili tûtî kuşum. Git, Hindistan’daki dostlara benden de selam söyle. Böyle güzel nasihatleri, dersleri anlatmak için başka vesîleler de bulsunlar, bizleri burada kafeslerde, işlerimizin güçlerimizin peşinde, dünyalık bağların endişesinde bırakmasınlar. Himmetlerini ve nefeslerini esirgemesinler. Hikmetlerinden ve nasihatlerinden mahrum etmesinler de arada bir ziyaret edip bizleri de bu mahkumiyetin pençesinden hayırla kurtarsınlar.” diye başlayan uzun ve dokunaklı bir selam mektubu düzdü.

Tûtî başını emme basma tulumba gibi sallıyordu. “Peki efendim. Hakkınızı helal ediniz. Üç günlük dünya için kendinizi yormayınız, üzmeyiniz.” diyerek Hindistan’a, dostlar ve canlar âlemine kanat vurdu.

Dinle Neyden Hikâyenin Özünü

Sevgili Arkadaşlar,

Efendimden dinlediğim bu hikâyeyi ne zaman hatırlasam yine ilk günkü gibi etkilenirim. Aslında bu hikâye de halimizin bir kısa tercümesinden başka nedir? Nasıl olmasın ki? Tûtî evvelce Hindistan’da canlar âleminde idi; bendeniz fakir ney de bir zamanlar sazlıkta, neyistandaydım. Sizler de bir vakitler ruhlar âleminde, Allah ile bir ve beraber bulunduğunuz o mekânsızlık âlemindeydiniz. Şimdi hepimiz kendimizce bir ayrılığın acısını tatmak ve tekrar kavuşmanın hazzını duymak için buradayız.

Bu hikâyedeki sevimli tûtî, ruhlar âleminden uzak düşerek ten kafesinde mahpus olan canı hatırlatmaktadır. Tâcir ise o âlemle irtibatlı olan, oradan haberler getiren bahtlı insanı temsil eder. Tûtînin arzu duyduğu, özlediği Hindistan, ruhlar âlemini çağrıştırırken orada bulunan diğer kuşlar ise bu dünyada maksuduna ve muradına nâil olan enbiyâ ve evliyânın bulunduğu mânevî makamı anlatmaktadır.

Tûtî’nin Hindistan’a duyduğu özlem ise bir ten kafesine girmeden önceki haline, yani maddî endişelerin kaydından uzak olduğu o özgürlük haline duyduğu özlemdir. İnsana gelince, o da bu âlemin kayıtları içerisine girmeden önce bir mânâdan ve ruhtan ibaretti. Ancak ezel âleminde verilen “İnin” emriyle her can, bu dünyada kendi mânâsına münasip bir vücut giydi. Böylece kendisiyle ve aslıyla başka türlü bir biliş tutma imkânı bulacak, birlik âleminde sırf zevk iken burada o zevki idrak ederek yaşamanın güzelliğini tecrübe edecekti. Mânâ âleminden madde âlemine gelişin gayesi, geldiği yeri unutmamak ve rabbânî tecellîleri burada müşahede etmektir. Hal böyleyken, ruhlar âleminden şehâdet âlemine inen yolun uzunluğundan ötürü, yolcunun buraya gelmekteki maksadını unutma tehlikesi vardır. Ancak bir uyarıcının sesine kulak verirse bu tehlikeden kurtulur, gaflet uykusundan kalkar.

İşte kafeste mahpus olan kuşun, efendisinin dilinden Hindistan’ı işittiğinde duyduğu özlem bu türden bir hatırlayıştır. Tûtî, birden canlar âlemini hatırlayarak oranın hasretini duymaya başlar. Orada yaşadığı kayıtsızlığı ve özgürlüğü anarak ağlamaya başlar. Tıpkı bunun gibi, eğer bir insan da kâmil bir velinin dokunuşuyla uyandırılacak olursa, içinde bulunduğu madde âleminin bir kafesten başka bir şey olmadığı hissederek mânâ âlemine yükselmenin yollarını aramaya başlar. İçindeki tüm nimetlerle beraber dünya, onun gözünde bir kafesten başka bir şey olmaz artık. Bu hisler içinde ağlar, inler.

Kafesteki tûtînin ağlayıp inleyişi gibi, Allah âşıkları da vücut kayıtlarından müşteki olarak ağlayıp göz yaşı döker. Bir aşığın göz yaşlarını bırakarak sevgilisine kavuşacağı o vakti hayal edişi ne latif bir manzaradır. Ah, hayatın anlamı, belki bu göz yaşlarında ve bu inleyişte aranmalıdır. Eğer ikilik olmasaydı, eğer bir ten kafesine girmeseydik aslımız olan Rabbimize iştiyak duyamayacaktık. Onu sevmenin, ona kul olmanın zevkini bu âlemde bir vücut giymek sûretiyle tattık. Heyhat ki aşk ve âşıklığın zevkini bulduğumuz o anda, ezelî sevgiliden uzak düştüğümüzü de anladık.

Gerçek âşıkların kalbi ise ilâhî aşkın elindedir ve onlar her ne kadar bu dünyada olsa da, “Ölmeden önce ölünüz.” hadîsine kulak vererek, henüz dünyada iken maddî kayıtların esâretinden kurtulmuşlardır. Aşırı istek ve arzularına ket vurmayı başardıklarından, görünüşte maddenin kayıtları içinde olsalar da gerçekte özgürdürler.

“Özgür olmak, kayıtsız olmak nedir?” diye sorarsanız, onu da neyzen efendim “Hâdiselerin tesirinden kurtulmak.” olarak açıklıyor. Yani yaşadığımız olumlu ya da olumsuz hâdiselerin bizi etkilememesi, Yunus Emre’nin deyişiyle: “Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim.” diyebilmek ve Allah aşkından başka hiçbir şeyin bizi avutmaması demektir.

Sözlerimden sakın ola ki dünyayı ihmal etmek anlamı çıkmasın! Allah aşkını en güzel şekilde yaşamış olan Hz. Peygamber’in hayatı bizim için en güzel örnektir. O ten kafesinde yaşayan mücerret bir ruh idi. O, madde ile mânâ, vücut ile ruh arasındaki dengeyi en güzel şekilde tesis etmişti. Bizim için koyduğu ölçü ise “Hiç ölmeyecek gibi dünya için ve her an ölecekmiş gibi âhiret için çalışın.” hadîsinin mânâsıdır. Yani dünya- âhiret dengesidir.

Bizler beşeriz, elbette bedenimizin bazı ihtiyaçları var. Tabiatın şartları ile sarılmış durumdayız. Yemek yemek, uyumak, barınmak gibi çok tabii ihtiyaçlarımız var. Bunlardan biri eksik olsa zayıf bünyemiz hemen hasta düşebiliyor. Allah bunların eksikliğini göstermesin ama olur ki her zaman her istediğimizi yiyemeyebiliriz, o vakit bulduğumuza şükretmeyi nasip etsin. Olur ki her mekânda aynı rahatı bulamayabiliriz, Rabbimiz verdiği her halden memnun olmayı nasip etsin.

İşin aslı şu ki âşık mâşuğuna kavuşmadan rahat bulamaz; muradına vâsıl olmadıkça ona karar ve durak yoktur. Rahat ile huzuru karıştırmamak gerek. İnsan, her zaman Allah ile beraber olduğunu hisseder ve buna göre yaşarsa huzurlu olur. Ama bu her zaman rahat içinde olacağı anlamına gelmez. Aslında Allah âşıkları, zorluk ve darlık zamanında kendilerini daha rahat hissederler. Dünya nimetlerinin rehâvetine kapılıp gitmektense imtihan zamanının uyanıklığını tercih ederler.

Bunları söylerken aklıma konuyla ilgili bir hikâye geldi. Madem münasebeti düştü, geçmeyelim, hemen o hikâyeyi de söyleyelim.

Hikâyenin bereketiyle siz de nasiplenin, ben de nasipleneyim.

75 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comments


bottom of page