top of page
Ara
Arzu Eylül Yalçınkaya

Bir davette bulduğum hikmet: “Zaman= Lezzet”

B.

Yarıyıl tatilinden döndüğümden beri, iki haftadır ev sahibim beni arıyor, annesinin evinde yemeğe davet ediyor. Bu teklifin, bu ısrarın sebebini çözemedim. Herhalde Türkiye’den gelirken, kendilerine getirdiğim bir paket taze kahvenin hatrı olsa gerek, diye düşünerek memnuniyetle kabul ettim. Benim gibi kiracıları olan diğer Türk öğrenciler de davetliymiş, efendim mutlaka bekliyorlarmış. Ama biz gençler bir türlü programımızı ayarlamayınca, sonunda milletimin yegane temsilcisi olarak dün akşam tek başıma davete icabet ettim. Kraliyet salonlarını aratmayacak geniş ve uzun salonun kapısından içeri girer girmez,  Büyükanne Elizabehth’in eline sarıldım. O her ne kadar elini kaçırmaya çalıştıysa da, ben bu yumuşacık merhamet saçan elle buluşma zevkini yarım bırakamazdım; hemen öpüp başıma koydum. Elizabethle artık zaten kanka sayılırız. Onun 86 yaşında olması ya da başka değişle aramızda 50 yıllık bir yaş farkı bulunması  durumu hiç bir şekilde etkilemiyor. Bana yakın oturduğu için her fırsatta ziyaret ediyorum. Türk televizyonu açıp birlikte dizi izliyoruz, esas oğlanla esas kız hayırla kavuşsun artık diye candan yürekten dualar ediyoruz.

Sonra ev sahibi Maria anne iş kıyafetinin üzerine geçirdiği mutfak önlüğü ile çıkageldi. Hayatın omuzlarına yüklediği bir çok vazifeyi, kendisinden hiç umulmayacak şekilde layıkıyla yapmayı başarmış insanların vakarlı duruşuyla yanıma geldi ve “hoşmişsseniz” dedi. Maria’yı ilk defa görüyordum ama uzun zamandır gıyaben tanıştığımız için birbirimizi hiç yabancılamadık. O kadar ki “hoşgelmişsen”, ifadesinden hemen sonra, kendimi onunla birlikte mutfakta ve “mantıyı nasıl haşlayalım” ya da  “tatlıyı nasıl şerbeleyelim” gibi konuları tartışıken buldum.  O sırada ev sahibim ve iki küçük sevimli kızı da sofranın son eksiklerini tamamlamak için koşuşturuyordu. Elizabeth’in sesini kısmayı-ısrarla- reddettiği televizyondan gelen Türk dizisi replikleri eşliğinde, birazdan hepimiz akşam yemeği için masadaki yerlerimizi almış bekliyorduk.

Maria’nın “Ne kadar yersen, seni o kadar severiz” sözüyle akşam yemeği resmen başlamış oldu. Ben her ne kadar “efenim akşamları çok yemek yemem, aslında mümkünse hiç yemem” filan gibi ifadelerle kendimi izah etmeye çalıştıysam da; sorun  “bugün ye yarın yemezsin” şeklinde pratik bir yorumla çözüme kavuşturuldu. Lezzet ve renk bakımından, belki beş ay zarfında bir daha tesadüf etme imkanım olmayacak tam bir Türk sofrasının başında oturuyordum.  Haklıydılar bu nimeti reddetmek olmazdı. Derin bir iç geçirerek, derhal, sufilerin “aldım kabul ettim” cümlesiyle mukabele ettim ve Allah ne verdiyse itirazsız yedim.

Hakikaten ben yedikçe  ve –ayıptır söylemesi- daha da çok yedikçe, Maria ile Elizabeth’in bana olan sevgisi daha bir arttı. Masanın diğer ucunda oturmama razı olamayarak, meyve  ve tatlı faslında beni yanlarına çağırdılar. Konu konuyu açtı. Arada Ermenice ve İngilizce konuşulsa da, biz Türkçe bilenler çoğunluğu oluşturduğumuzdan sohbet o kanaldan devam etti. Mecliste Türk diline en hakim olan kişi olarak- bi de laf aramızda kelama olan merakımdan- bir süre sonra kendimi başanın başına oturmuş ve hitabet sanatının sınırlarını zorlarken buldum. Hikayeler, anılar; latifeler, şakalar… Anlattıkça anlatıyordum. Hoş, dinleyicinin keyfi de yerindeydi. Beni daha çok konuşturmak için soru sormaktan başka, -biraz da doygunluğun verdiği rehavetle- hemen hiç bir cümle etmiyorlardı.

Meyve faslına geçtiğimizde, artık bir işe yarayım niyetiyle, bu vazifeyi ben devraldım. Ne kadar narenciye varsa hepsini güzelce soyup dilimlemeye ve servis yapmaya başladım. Soyduğum kabukları, dağınıklık olmasın diye bir tabağa toplamaya çalışırken, Elizabeth portakalın ekşittiği yüzünü tatlılaştırma zahmetinde bulunmadan bana döndü ve

“Ben bu kapukhlardan çokh gozel tatlı yaparım” dedi.

Dikkatimi celbetti.

Nasıl olur, dedim.

“Çokh da gozel olur” dedi ve anlatmaya başladı.

“Bunları beeyle önce rendelersin”

Orası kolay tamam,

“Sonra da eyice bir kaynatırsın.”

O da olur, hay hay,

“Sonra şerbetini hazır eylersin”

İşte onu anlayamadım.

Elizabeth benim takip hızımı dikkate almadan, aşk içinde anlatırken sanki bir yandan bu tarif ettiği tatlıya dönüşmeye başlamış, az önceki ekşimiş yüz giderek yerine sevimli muzip bir ifade gelmişti.  El hareketlerini de ihmal etmeyerek ekledi:

“Onıdan sona bunları böyle böyle eyice gıvırırsın gıvırırsın içine deee…”

Tüm iyi niyetlere rağmen, artık bu noktada kopmuş olduğumu kabul etmeliyim.

Tarif sanırım bir on beş dakika sürdü. Tatlıyı yapabilme ihtimalim olmadığını kabul etmiştim. Ama merak ediyordum, acaba bu tatlı-yani genel manada- yapılabilen bir şey miydi yoksa sadece tarif edilen bir tatlı mıydı?

Elizabeth devam etti. Artık ben sadece aklım tatlınının yapılabilme ihtimaline odaklanmış olarak dinliyordum. Derken, neyse halim çıktı kalim.

“Elizabeth”, dedim, “Bu tatlıyı yapan kişinin, böyle biraz bolca zamanı var herhalde. Ne kadar sürer toplamda?”

Maria hemen cevabı yapıştırdı:

“Tamı da altı gün sürer.”

Bakınız yanılmamışım.

“Üç gün kaynar iki gün şerbeti bekler. Bir günü de..”

Maria anlattı. O da bir fasıl sürdü.

“Çok zamanmış” dedim. Kestim attım.

“Ama sonu geldi mi de..  çokh gozel olur” dedi Elizabeth.

Bir durgunluk oldu. Hepimiz masanın ortasında duran, kokusu buram buram yayılan narenciye kabuklarına bakarak dalıp gittik. O durgunlukta Elizabeth’in hayalinde, -muhtemelen- gençliğinde hiç yüksünmeden yaptığı bu muazzam tatlının resmi duruyordu. Masanın dil muhalefeti nedeniyle konuyu tam olarak takip edemeyen diğer tarafı, narenciye kabuklarına bir sırrı çözmeye çalışırcasına dikkatle bakıyorlardı. Ben de, gözlerim aynı narenciye noktasına murabıt olarak, “bu tatlıya verilecek altı günde kaç makale yazarım, kaç kitap okurum” diye hesap ediyordum.

Sessizlik daha fazla uzamadan  Maria, oturduğu yerde hafifçe doğrularak meseleyi bir cümleyle şöyle bağladı:

“Her ne şeye ki zaman verersin, o şey güzel olar.”

Cümlenin manası ve tesiri  o saniyede bütün varlığımı sardı ve iç alemimin derinleşen koridorlarında uzun bir süre yankılandı ve yankılandı. Bu cümle ile akşam yemeği resmen tamamlanmış oluyordu. Sonrasında eve dönünceye kadar tam bir cümle kurduğumu hatırlamıyorum. Oyalanmadan kalktım not defterimi alıp vecizeyi kaydettim. Maria sevindi; söylediği sözün yarattığı aksülamelden son derece keyif alarak bir süre kendisini şerhetmeye çalıştı. Efendim emek verirsen tabi o iş güzel olur. zamanını vereceksin, ruhunu katacaksın, emek edeceksin.. Ama o cümlenin gücü yapılan izahatta yoktu. Hoş, zaten  ben alacağımı almıştım.

İşte bu, dedim, içimden. İki haftadır ısrarla yapılan davetin sebebi böylece ortaya çıkmış bulunmaktadır. Meğer, ben bu vecizeyi işitmek, kaybettiğim bir hikmet kırıntısını şu sofrada bulmak için gelmişim. Elbette bu bağlamda cümlenin işaret ettiği mana, emek-lezzet ilişkisi şeklinde özetlenebilirse de benim için anlamı bu sınırı aşarak bir anda çok ötelere ulaşmıştı.

“Her ne şeye ki zaman verirsen, o şey güzel olur.”

Söz içimde yankılanıyor, başka hiçbir fikre ve hisse yer bırakmayacak şekilde bütün varlığıma nüfus ediyordu. Hiçbir yorum getirmedim.

Adeta muazzam bir sanat eseriyle ve oradaki sanatın kudretiyle takatim kesilmişti.

Kapalıçarşı’da, tam bir alışveriş pazarlığının ortasında iken Beyazıt Camii’nden gelen salanın tesiriyle kendine gelir gibi, ben de bu sözü duyduğum anda manasının sarahatiyle kendime geldim.

Şerh etmeye kalkmadım.

Çok açıktı.

Yalnızca o mananın bütün vücuduma yayılışını izledim.

Acele etmedim.

Hala da etmiyorum.

İşittiğim sözün manasıyla amel etmeye çalışarak hemen yorumlamaya da kalkmıyorum.

Varsın beklesin.

Ben sabredeyim.  Dikkatimi dağıtmadan, konudan uzaklaşmadan biraz bekleyeyim.

Nasıl olsa alacağımı aldım.

Tutacağından emin olarak

fikir mayasını aldım

ve gönül küpüne saldım.

Varsın üzerinden bir zaman geçsin. Demlensin.

“O fikre ki ben zaman ve emek vereyim”

üzerine düşüneyim

besleyip büyüteyim

yarın söyleyim

O zaman,

“Belki çokh gozel bir şey olur..”

1 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

Comentários


bottom of page