“Herkesin hareketi, dünyayı ve insanları görüşü, kendi bulunduğu mertebeye göredir. Bu kısım, herkesin, âleme kendi görüş zaviyesinden baktığı beyânındadır: Mavi cam ardından bakan, güneşi mavi; kırmızı camla bakan, kırmızı görür. Camlar, renkten kurtulursa güneş beyaz görünür.”
şerhinde bir hikayedir.
Ağustos sıcağının en kuvvetle hissedildiği günlerden biriydi. Allah güneşine “Isıt.” diye emretmiş, güneş de bu emre uymak aşkıyla, ocağa odunu vermiş ortalığı yakıyor, kavuruyordu. Güneş kendisi olmakla meşguldü. Onun için sıcaklığın, hararetin derecesi yoktu. Yalnızca Allah’ın bir emrini yerine getirdiği için mutlu, çok mutluydu. O sırada İstanbul’da hararetin yoğunluğundan ağaçlar meyveye, yeşillikler sarıya dönmüş; sıcağın yarattığı nemden nesneler genleşmeye başlamıştı. Toprak ayaklar altında ufalanırken taşlar bile kimi yerde biraz yumuşamış görünüyordu. İşte böyle sıcak bir İstanbul gününde bir kadın, öğlen vakti resmî bir evrak işini halletmek için evden çıktı. Daha mahallenin sonuna gelmeden baştan aşağı ter olmuştu. Alnından aşağı inen damlacıkları silmese neredeyse önünü göremeyecek kadar bir nem yağmuru içinde yürürken, hararetin verdiği sersemlikle kendi kendine söylenmeye başladı: “Offf ne sıcak. Bu ne biçim sıcak canım, insanın canını alacak sanki musibet. Olur da bu kadar mı olur?” O sırada kafasına nasıl olup da şapka almadığına şaşırdı. Herhalde bu pis sıcak aklını başından almış olacaktı. Önde giden fotel şapkalı kadına yaklaşarak gölgesine sığınmaya çalıştı. O sırada otobüs durağına ulaşmıştı. Durakta bekleyenler, kadına, sıcaktan eriyerek birbirlerine yapışmış gibi göründü. Onlara yaklaşmayarak yakındaki bir dükkânın tentesinin altına girdi. Ancak orada da çok yer yoktu, sol tarafı gölgede kalırken sağ tarafı güneşte kalmıştı. İki dakika sonra kadın, güneşin kendisine kızarak, bütün ışınlarını sağ omzuna gönderdiğine karar verdi. Durduğu yerde kavrulmuş ekin tanesine döneceğine ya da buhar olup göğe yükseleceğine hükmetti. Otobüsün yaklaştığını fark edince kendini ilk hamlede durağa ikinci hamlede içeri nakletti. “Oh, şimdi klimanın altına geçip biraz rahatlarım.” diyordu. Heyhat ki şansına klimasız otobüslerden biri düşmüştü. Öfkesinden önüne gelene çatmaya başladı, “İttirmesene kardeşim, az ilerlesene arkadaşım, çekilsene bacım.” Otobüste dokunduğu her yer sıcak olduğundan kollarını göğsünün üstüne kavuşturup içinden söylenmeye devam etti. Yapış yapıştı, beyni fokurduyordu, söyleniyordu. Biri diğerinden daha vahim olan, isyan etmek ile çıldırmak hali arasında bir yerde pes etti ve kendince duaya koyuldu: “Yeri göğü, Güneş’i, Ay’ı yaratan ey büyük Allah’ım, görüyorsun ben zayıf, aciz bir kulum. Evrendeki bütün güçler Allah’ın emrinde diyorlar, söyle Güneş’ine de bugün çabuk çekilsin. Dayanamıyorum. Söyle Allah’ım, nedir bu bize gönderdiğin? Yoksa bu yaşadığım şakîlere vaat ettiğin cehennem mi? *** Aynı gün genç bir delikanlı heyecanla yataktan fırladı. Zaten heyecandan ve içindeki aşk ateşinin yalımından gece doğru düzgün uyuyamamıştı. Bugün Hüseyin Efendinin tarlasına gidecek on beş yirmi kadar gençten biriydi. Harman öncesi, tarlada yaban otlarını ayıracaklardı. Aslında buna çok gerek yoktu ya, gençler üç beş kuruş kazansın diye Hüseyin Efendinin icadıydı. Bizim delikanlının maksadı ise tarlaya çalışmaya gelecek Pakize’yi görmekti. Kızlı erkekli bir grup, sabahın ilk yakıcı ışığıyla kamyondan bozma patpat denen bir araca atlayarak tarlanın yolunu tuttular. Usta başı “Oyalanmayın, mübarek sıcak bastırmadan işimizi kolaylayalım.” Kızlar bir koldan, delikanlılar bir koldan tarlaya giriştiler. Bizim delikanlının eli işte, gönlü yârdaydı. Sıcaktan şahrem şahrem çatlamış dudaklarını, kuruyup çatırdayan ellerini duymuyor, görmüyordu. Daha kuşluk vakti çıkmadan bütün marifetlerini dökmeye azmetmiş güneşin hararetini ne duyuyor ne hissediyordu. Aklı fikri Pakize’de, gözü gönlü sevgilisindeydi. Pakize sıcaktan korunmak için yemenisi iyice sarmış, yüzünün yarısını da örtmüş olduğundan onu tanımak zordu. Ama beline doğru uzanan iki beliğinden, delikanlı onu çok uzaktan bile takip edebiliyordu. Sıcaktan kavrulan gençler, birbirlerinin aşkıyla çoktan yanıp kül oldukları için havanın neminden tozundan, toprağın kuruluğundan habersiz olarak birkaç saat aralıksız çalıştılar. Sonunca usta başı “kavrulacak kızanlar” diyerek mola verdi. Çeşmenin yalağındaki karpuzu almak için Pakize atılınca diğerleri birer ikişer ağacın altındaki gölgeliğe yollandılar. Pakize bir koşu gittiği çeşmenin başına çömelmiş ağlıyordu. Hani bugün belki sevgilisiyle konuşacaktı, hani onun gözleriyle buluşacaktı? N’oldu? Hiç! İçi yanıyordu. Havanın sıcağı kimin umurunda! Yemenisi açtı. Güneş bu tazecik boynu kaçırır mı? Hemen ısırıverdi, yakıp kavurdu. Pakize usul usul göz yaşlarının çeşme suyuna katılışını seyrederken delikanlının sesi duyuldu: “Kız Pakize, elinin hamuruyla erkek işine atlama demediler mi sana?” Pakize’nin aklı çıktı. Sevgilisi yanı başındaydı. Delikanlı, sevgilisini sahiplenerek “Kavrulacaksın Pakizem, yemenini örtsene.” dedi. Genç kızın o anda eli ayağı buz kesti. Ne yapacağını bilemedi, sevgilisi konuştukta içine bahar rüzgârı gibi bir serinliğin dolduğunu, içindeki yangının durulduğunu hissediyordu. Delikanlının aşk ateşi ise ağustos güneşinden harlıydı. Bir an iki âşığın bakışları buluştu, kalpler tutuştu. Dünya durdu. Sonra Pakize, hızla yemenisini sardığı gibi iki beliğini savurarak hızla tarlaya doğru koştu. Delikanlı çeşmenin başında durmuş, sevgilisinin arkasından bakıyordu. Mübarek ağustos sıcağı yakıyor, esip geçiyor, kavuruyordu. Delikanlı bunların hiçbirini duymayarak, sayıklarcasına duaya durdu: “Rabbim” diyerek niyaz etti. “Sana şükürler olsun, bugün bize lutfettin. Yeri göğü, Güneş’i, Ay’ı yaratan Allah’ım. Her şeye can veren, yaşatan Allah’ım. Görüyorsun ben zayıf, aciz bir kulum. Evrendeki bütün güçler Allah’ın emrinde diyorlar, söyle Güneş’ine de bu gün Batı’ya dönmesin, bugün hep sürsün, hiç bitmek bilmesin.” Söyle Allah’ım nedir, dedi genç âşık: “Bu bize lutfettiğin Yoksa bu yaşadığım Cennetü’l-Firdevs midir Saidlere vaat ettiğin? “ *** Ağustos sıcağının en kuvvetle hissedildiği günlerden biriydi. Allah güneşine “Isıt” diye emretmiş, Güneş de bu emre uymak aşkıyla, ocağa odunu vermiş ortalığı yakıyor, kavuruyordu. Onun için sıcaklığın, hararetin derecesi yoktu. Yalnızca Allah’ın bir emrini yerine getiriyordu, o kadar. Mutluydu…
Arzu Eylül Yalçınkaya
Commenti