Bir zamanlar uzak bir ülke de sevgilisinin aşkından deliye dönmüş bir âşık yaşardı.. Aşık genci tanımayan yoktu.. Kırlarda bayırlarda, yalnız ve mahzun dolaşır, çaylara, pınarlara derdini anlatırdı. Bazen aşkından, günlerce yorgan döşek yatar, bazen de sebepsiz neşelenir, durmadan koşturur, önüne gelene sarılıp öperdi. Gün olur ağzını hiç bıçak açmaz. Kendisine bir şey sorulacak olursa sadece sevgilisinin adını söylerken gün olur sabahtan akşama kadar susmaz, yine sevgilisini anlatır, yine o güzelin adını sayıklardı.
Âşıktı. Bu yüzden ona bazen şaka yollu da olsa deli diyenler olurdu. Âşıklık her ülkede her devirde bir çeşit delilik olarak kabul edilegelmiştir. Bunu herkes bilir. Çünkü aşık bu dünyada aklını bir kenara bırakmış, gönlündeki ateşin ışığında yol alan bir garip, bir değişik insandır. Hiçbir matematiksel hesap ve olasılıkla onun bir sonraki hareketi kestirilemez. O sanki ilahi bir ilhamla hareket ediyor gibidir. Aşığın hali, öyle bir deliliktir ki, bin akl-ı selim bir araya gelse onun işine akıl sır erdiremez.
İşte bu güzel aşığın hâl ve hareketleri de şehir halkını her gün, bir başka etkilerdi. Sanki her şey ve herkes aynı kalıyor, sadece bu âşık genç her sabah başka bir hal ile dünyaya uyanıyordu. Onu görenler dün gördükleri ve konuştukları insan ile bu gün karşılaştıkları insan arasında, eğer mesafelere vurulsa, sonsuz bir uzaklık bulunduğunu söylerlerdi.
Yıllardır onunla beraber yaşıyorlardı ama ona alışmak mümkün değildi. Sanki gönlündeki aşkın ateşi onu her gün yakıyor ve o, her an yeni bir şekle ve hale bürünüyordu. Gel zaman git zaman bu âşığı dinleye dinleye tatlı canından bezen şehir halkı, “sen” dediler, “daha ne kadar derdini bizim gibi, aşktan anlamayan insanlara anlatacaksın Senin halinden ancak o sevgili anlar, iyisi mi sen git derdini ona anlat” dediler.
Doğru dedi âşık. Daha ne vakte kadar sözümü suya yazacağım. Gideyim de aşkımı aksettirecek o güzeli bulayım. O beni dinler, halimi anlar. Bu aşkı gönlümde yakan madem ki odur, beni teselli edecek de yine odur, diyerek, sevgilinin yoluna düştü.
“O benim canımım eşidir. Biz onunla ayrı vücutlarda tek can gibiyiz. Derdimin çâresi sadece o hoş yüzlü o güzel peridir”, diye düşünerek bir süre yol aldı. Sonra yol uzayınca aklı yolda gördüklerinden karışmış, gönlü de bulanmış olacak ki, “ben aşığım, ben aşığım, ben aşığım” diyerek yürümeye başladığını farkedemedi. Aslında yolun uzunluğu bir imtihandı. Her âşığım diyene inanılmazdı. Canana bedel candı. Bu yol Mecnun’un Leyla’sı uğruna can verdiği yoldu. Canının derdine düşen, cananın kokusunu bile alamazdı.
Bizim âşık delikanlının dilindeki “ben aşığım” sözü yol uzadıkça kısalarak geriye yalnız “ben” sözü kalmıştı. Bu hâl içinde kapıyı çaldı:
Tak, tak, tak…
İçerden o peri padişahının kızının billur sesi yükseldi “Kim o?”
Âşık
“Kim olacak ben” dedi. “seni seven aşık genç var ya işte o benim, ben.”
Sevgili kapıyı açmadı.
“Burada” dedi, “içerde” zaten bir tane ben var. Başka ‘ben’e de ihtiyaç yok” dedi. Sen şöyle bir gez bütün dünyayı dolaş, seneye yine gelirsin, diyerek kestirip attı, başka da bir şey söylemedi.
Âşık ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Âh dedi, hatasını anlayarak. Ben ne yaptım? Sevgilinin huzurunda varlık lafı ettim. O cananın kapısına yokluğumu arz edeceğime, ben ‘ben’ diyerek o çirkin sesimle her yanı titrettim.
Aşık yana yakıla evinin yolunu tuttu. Döndü ama evim, yurdum, yuvam dediği şehirden ona artık hayır yoktu.
“Halini görenler, eskiden âşık olduğunu iddia ederdi şimdi gerçekten âşık oldu.” Dediler. O duymadı. Bazısı “âşıklık iğretidir, aşk kalıcıdır.” Dedi. Biz yaşamadıysak da böyle duyduk. Bu genç önceden âşıktı, bu gün aşk kesildi.” O hiçbirini duymadı, anlamadı.
Evini yurdunu bırakıp, sevgili “ bir süre gez, dolaş” emrine uyarak sırf onun sözünü dinlemenin mutluluğu için gezmeye başladı. Çok gezdi, çok memleketler gördü. Çok insanlar tanımış. Dile kolay bir yıl. Onsuz bir saniyeyi nasıl geçireceğini bilemeyen âşık, onsuz bir yılı nasıl geçirsin. Sevgilisi olmadan nasıl yaşasın zavallıcık. Yaşayamamış elbet. Gezdiği, gördüğü ve insanları ile tanıştığı bu uzak çok uzak ülkelerden birinde bizim genç gönül dayanamadı ve öldü.
Öldü dediysek tabi hemen öyle kabir kefen gelmesin, göz önüne. Bu güzel genç, aşkının acısına dayanamayarak kendi huylarından ölmüştü. O “ben ben” diyen kötü huylu çocuk gitmiş, yerine gece gündüz “sen, sen” diyen bir güzel gelmişti.
Artık nereye gitse hep sevgilisiyle beraberdi. Hangi ülkeye gitse her yer sevgilisinin memleketiydi. O kapının arkasında kaldığı, içeri kabul edilmediği gün, dünya nasıl sevgilisinin olmadığı soğuk bir yere dönüştü ise, şimdi her yer onun anımsatan güzel bir bahçeye benziyordu. Her sokak onun sokağı, her ev onun yuvasıydı. Her güzel onun güzelliğinden bir parça taşıyor hatta her güzel güzelliğini ondan alıyordu. Gül kırmızısını bülbülden mi almış, yoksa sevgilisinin yanağından mı? Ona sorarsanız, tabii ki sevgilisinin al yanağından, derdi. Yağmur taneleri gökyüzünden niçin usul usul dökülürdü? Çünkü yer gök onun sevgilisine âşkıyla doluydu. Aydınlık, ışığını o nurlu gözlerden almış, karanlık ise kadife siyahlığını onun saçlarından çalmıştı. Aşık genç artık sevgilisinin hatrına her şeyi seviyordu, çünkü her şey onun sevgiliyle ayakta duruyor, onunla yaşıyordu. Sevgili olmasa bu dünyada hiçbir şeyin canı, tadı yokmuş. Aşkın ateşinde yanmış aşığın vücudundan eser kalmamıştı.
Bir yıl böyle geçiverdi. Aşık genç her gün biraz daha sevgilisine benzeyerek, onunla aynileşerk bir yıl sonra tekrar sevgilisinin kapısına geldi. Yol boyunca yanlış bir şey söylemesin diye de hep kendi kendine dersler vermişti. Fısıldayarak “ Sen, sen, sen” demiş.
Bir müddet kapının önünde durdu. Ne kadar yol gittiğini ne halden ne halde geldiğini ancak o kapıya gelince anlamıştı. Koruk, üzüm olmuştu bugün. Ama bu halde de kalmamak, şarap olmak gerek, diyerek kapıyı çaldı.
İçerden o nazenin seslendi: Kimdir O?
O âşık can hiç bir şey söyleyemedi. Sevgilinin can alıcı sesini biraz daha duyabilmek için bir süre bekledi. Bir daha seslendi : Kimsiniz?
İşte o zaman canından kalan son nefesi de üfleyerek âşık cevap verdi: Senim dedi, cananım senim.
Âlemde başka kimse mi kaldı, hepimiz bir olduk sana geldik.
Bu güzel cevap ile o iki vücud tek can oldular. Gerçi hep öyleydiler, ama şimdi bunu her iki tarafta biliyordu.. Ağlamışlar. Bir süre hüzünden, bir süre mutluluktan.
İkisi de birbirinin aşkında ve gözyaşında, aşkın kudretini ve canını görerek bir süre aşkı seyreti.
“Aşkı seyretmek gerek” demiş, sevgili “çünkü âlem bunun için kuruldu.”
Kapı açılmış ardına kadar,
“Gel” dedi o peri padişahı güzeli, “gir içeri”. “Zira burada ancak birliğe yer vardır, iki cana yer yoktur. Madem sen bensin bu gün, ben de sen oldum” “madem bir olduk, aşka daldık bu gün”,
“ey benim canım ” daha fazla durma dışarda
gel içeri.
Âşık can bir adım attı.
Kapı kapandı.
İçerisi dışarısı kalmadı,
o an her yer bir oldu alemde.
Ve orada yalnız,
sevgili vardı.
Dinle Neyden Hikâyenin Özünü
Dostlarım, bu hikaye beni her zaman çok etkiler ama nedense bu defa anlatırken çok ağladım. Sanki sazlıklardan koparılışımın acısını bir kez daha duydum, insanın cennetten sürülüşündeki sızıyı ben de hissettim.
Biz Allah’ın güzelliğini her yerde seyretmek ve her gün biraz daha güzelleşerek O’na dönmek için yaşıyoruz. O vakit bir an evvel bu “senlik benlik” davasını bırakarak, birlik yolunu tutmalıyız. Bu nasıl mümkün olur? derseniz, kendi arzularımız ile Allah’ın istekleri çatıştığında Allah’ın emrini tercih ederek, derim. Nefsimiz ile ruhumuz çatıştığında ruhumuzun bizi sevkettiği yöne gitmekle olur, derim. Hayatta düştüğümüz bütün ikilikleri, Kur’an ve sünnetin emirlerine uymak suretiyle ortadan kaldırmak, iç bütünlüğümüzü ve huzurumuzu temin edecek tek şeydir. Daha açık söylemek gerekirse, Kendi rahatımızı ailemizin, komşumuzun ya da bir yardıma ihtiyacı olana hizmet için fedâ ederek olur. En basitinden, vapura binerken, ya da markette sıra beklerken acelesi olan bir insana “Lütfen siz önden buyurun demekle” olur. Kendimizi öne atacağımız her yerde, “bu gün de arkadaşım benden önde olsun, onu övsünler, onu methetsinler” demekle olur arkadaşlarım.
Madem hepimiz Allah’ın kullarıyız. O halde tek vücuduz demektir. Arkadaşım demek, ben demektir. Onun sevinci başarısı benim başarım; onun derdi sıkıntısı benim sıkıntım demektir.
Ben değil, sen demeyi öğrendiğimiz gün gerçekten kendimizi ve aslımız olan Allah’ı sevmiş olacağız. Ben değil “biz” diyebildiğimiz gün hakiki mümin olacağız. Çünkü biz bir bütünüz. Bu birliği gerçekten hissettiğimiz gün, hakiki Müslüman olacağız.
Comments