Özet
Ken’ân Rifâî (ö.1950), ahlâk öğretisinin temelinde “kimseyi incitmemek ve kimseden incinmemek” şeklindeki anlayış yer almaktadır. Bu anlayış, Hz. Peygamber’in rahmet ahlâkının bir yorumu olarak ilk dönemlerden itibaren sûfilerin güzel ahlâk tariflerinde de görülmektedir. Rifâî’nin, Osmanlı Devleti’nin çeşitli vilâyetlerinde bir maârifçi olarak çalıştığı ve İstanbul’da tekke şeyhliğinde bulunduğu sırada, incitmemek ve incinmemek prensibini bizzat tatbik ederek temas halinde olduğu hemen bütün kesimlerle olumlu ilişkiler geliştirdiği görülmektedir. Bu makalede Ken’ân Rifâî’nin, eserlerinde geçtiği şekliyle ahlâk görüşünün ayrıntıları tespit edilerek; söz konusu anlayışın Rifâî’nin hayatındaki örnekleri incelenecektir. Şeyhin yaşadığı geçiş döneminin toplumsal değişimleri içerisinde, geleneksel bir ahlâk anlayışını canlandırmanın anlam ve önemi üzerinde de değerlendirmelerde bulunulacaktır.
Anahtar Kavramlar: Hz. Muhammed, ahlâk, incitmemek, incinmemek, Ken’ân Rifâî.
Abstract
Kenan Rifai (1867-1950), one of the distinguished Sufi sheiks of the early 20th century in Turkey, postulated Sufism as a moral tradition. In his interpretation of Sufi morality, he prioritized the precept of “neither offend, nor be offended.” This moral precept, grounded in the Prophet’s “ethics of compassion,” has been used in the definitions of Sufi morality since the incipient of Sufi tradition. As a moral exemplar who was in good relations with every group of people, Kenan Rifai personally practiced this precept not only in his Sufi lodge but also throughout his career as a civil bureaucrat in the field of national education in the vast territories of the Ottoman Empire. In this article, I will examine the moral teachings of Kenan Rifai in his writings and his exemplary life. I will conclude with commentaries on the role of reviving traditional morality in the times of sweeping social transformations during the transitional period of Turkey from an Empire to the nation-state.
Key Words: Prophet Muhammad, moral, “neither offend, nor be offended”, Ken’ân Rifâî.
20. yüzyılda yaşamış önemli sûfilerden biri olan Ken’ân Rifâî (ö.1950), 1867 tarihinde Selânik’te dünyaya geldi. Ken’ân Rifâî, ilk tasavvuf neşvesini annesi Hatice Cenan Hanım’dan almış olmakla birlikte resmi anlamda ilk tasavvuf terbiyesini Kadiri-Üveysî meşreb ve sivil giyimli bir şeyh olan Filibeli Şeyh Ethem Efendi’den almıştır. Balıkesir’de bulunduğu sırada Kadiri usûlü ile seyr ü sülûkunu tamamlayan Rifâî, İdâdi-i Hamîdî müdürü olarak Medine’de bulunduğu dönemde, Medine Şeyhü’l-Meşâyıhı Hamza er-Rifâi’ye hizmet ederek Rifâi icâzetnâmesi almıştır. İstanbul’a kesin olarak yerleştikten sonra (1904) Fatih’teki konağının bahçesinde inşâ ettirdiği Ümmü Ken’ân Dergâhı’nda tekke şeyhliğine başlamış; tekke ve zâviyelerin ilgâ edildiği 1925 tarihine kadar burada resmi meşîhat görevine devam etmiştir. Rifâî tasavvuf alanındaki eserleriyle literatüre yeni eserler kazandırırken; bestelediği manzûmeleriyle de tekke kültürüne önemli katkılarda bulunmuştur.
Tasavvuf anlayışında tevhid ve aşk vurgusu öne çıkan Ken’ân Rifâî, meşrebinde sahv unsuru galip gelen dengeli ve orta yolu takip etmiş bir sûfi portresi çizmektedir. Söz konusu denge anlayışı Ken’ân Rifâi’nin ahlâk öğretisinde de kendisini hissettirmektedir. Rifâî güzel ahlâkı tanımlarken, çoğunlukla ilk dönem sûfilerinin yaklaşımından da izler taşıyan, “kimseyi incitmemek ve kimseden incinmemek” şeklindeki ifâde üzerinde durmaktadır. Bahsi geçen yaklaşımın kaynağı Peygamber (a.s)’ın rahmet ve merhamet ahlâkı olduğu cihetle, şeyhin ahlâk anlayışını ortaya koymak için öncelikle Hz. Peygamber’in söz ve uygulamalarını değerlendirmek gereklidir.
Peygamber (a.s)’ın ahlâkı hakkındaki rivâyetlere bakıldığında kendisinin çevresiyle her zaman hoş geçim içerisinde bulunduğu görülmektedir. Allah Resûlü, Kur’an ahlâkı ve ilâhi ahlâk ile amel ederek çevresindekilere dâima merhamet ve insâf ile muâmele etmiştir. Bununla birlikte içinde bulunduğu şartlar son derece zordur. Ahlâkî çöküş içinde bulunan ve mizaç olarak sert bir toplum içerisinde davete girişmiş; risâlet vazifesi sırasında bir çok olumsuz davranışla karşılaşmıştır. Bütün bunlara rağmen, kendisini bedevîlerin kabalıklarından korumak isteyen amcası Abbâs’a “Hayır Allah beni içlerinden alıp, huzûruna kavuşturuncaya kadar onların arasında duracağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbiselerimi çeksinler, bir şey olmaz.” sözü ile mukabele etmesi Peygamber (a.s)’in insanların eziyetlerini hoş görmek konusunda ne derece hassas olduğunun en güzel delilerinden biri olsa gerektir. Hz. Muhammed (a.s) “rahmet peygamberi” vasfına uygun olarak yalnız insanlara değil mahlukatın her türüne şefkat göstermiş; toprağa, bitkiye, hayvana hilim/yumuşaklık ile yaklaşmıştır. İnsanlığa olan rahmetinin, yalnız çağrısına icabet edenlere değil başta ehl-i kitap olmak üzere ümmet-i dâvete de şâmil olduğuna dâir bir çok rivâyet bulunmaktadır. Onun birlik ve beraberlik konusundaki samimi gayreti, Medine’de hazırladığı sözleşmede en açık bir şekilde kendisini göstermiştir. Tarihte “Medine Sözleşmesi” olarak bilinen bu vesika, Peygamber (a.s)’ın farklı din ve anlayışların birbirlerini incitmeden ve bir diğerinden incinmeden yaşayabileceklerine dair inancının da en önemli kanıtıdır.
Peygamber ahlâkını örnek alan sahâbe, tabiûn ve ilk sûfiler de aynı ahlâk anlayışının gereğini yerine getirmek için çalışmış: Hakk’a iman ve itaatten sonra halkla hoş geçimi kendileri için düstûr edinmişlerdir. Tasavvuf tarihine bakıldığında sûfilerin güzel ahlâkı çoğunlukla, “Hakk’ın kazasına rıza göstermek ve halkın ezâsını hoş görmek” şeklinde tarif ettikleri görülmektedir. Bu anlayış zamanla, “incinmemek ve incitmemek” ifâdeleriyle literatürde yer bulmuş; gerek mensûr gerek manzûm bir çok esere konu olmuştur. Öte yandan sûfilerin, incitmemek ve incinmemek şeklindeki çağrısının siyasi ve sosyal açıdan toplumların kargaşa içinde bulunduğu dönemlerde arttığını söylemek mümkündür. Zira İslam ahlâkının bu zirve yaklaşımının, şahsiyet bütünlüğünü kuvvetlendiren bir yönü olduğu gibi; toplumdaki unsurları birbirine yakınlaştıran ve birliği temin eden bir tarafı da bulunmaktadır. Rifâî’nin kökü Kur’an ve Peygamber anlayışına dayanan, incitmemek ve incinmemek prensibi üzerine kurulu ahlâk anlayışı, bahsedilen geleneğin yakın dönemdeki bir örneği olması bakımından önemlidir. Şeyhin yaşadığı dönem dikkate alındığında söz konusu anlayışın canlandırılmasına yönelik ihtiyaç derhal göze çarpmaktadır.
Bilineceği üzere, Ken’an Rifâî’nin aktif olarak görev yaptığı yıllar Osmanlı Devleti’nin çöküş yıllarına tesâdüf etmektedir. Bu geçiş döneminde dinî ve ahlâki değerler sorgulanırken ortaya çıkan görüş farklılıkları bireyleri birbirine yabancılaştırmaktadır. Ken’ân Rifâî, bu süre zarfında Kosova’dan Medine’ye kadar birçok vilâyette görev yapmıştır. Rifâî’nin dönemin ferdî ve ictimâî bir çok meselesini yakından tecrübe etmiş bir maârifçi ve tekke şeyhi olarak, bilfiil çözüm arayışı içinde olduğu görülmektedir. Anlayış ve uygulamaları dikkate alındığında şeyhin irtibat halinde olduğu hemen bütün kesimlerle olumlu ilişkiler tesis ettiği görülmektedir. Geç Osmanlı toplumunun en çok ihtiyaç duyduğu şey, görüş ve anlayışların birbirlerini incitmeden bir arada yaşayabilmelerine imkan verecek bir çözümdür. Ken’ân Rifâî bu çözümü, Hz. Peygamber’in rahmet ahlâkında ve onun sûfilerce yapılan “Kimseyi incitmemek ve kimseden incinmemek” şeklindeki yorumunda bulmuş: eserleri ve yaşantısıyla bu ahlâk anlayışını ortaya koymuştur.
Bu değerlendirmeler ışığında Rifâî’nin ahlâk anlayışını yansıtan aşağıdaki ifadelerin önemi daha iyi anlaşılacaktır:
“Bâzı kimseler şu şeylerden hoşlanır, başkaları da bir başka şeyden hoşlanır. Yâni herkesin hoşlanıp zevk aldığı bir şey vardır. Ben ne vakit hoşlanırım bilir misiniz? Bunun en üstün derecesi kimseden nefret ve istikrah etmeyip herkesi hoş görücü ve her olan şeyi sükûn ile kabul edip itiraz etmeyici olarak eşyaya ve her şeye kendi değerinden fazla kıymet yermeyici, salim bir kalbe mâlik olduğum vakittir.”
Gerçekten de Ken’ân Rifâî için, ahlâkın kemâli aşırılıklardan uzak dengeli bir bir yaşantıda ifadesini bulur. Kendisiyle ve çevresiyle ahenkli bir hayat yaşayabilmek ise Hz. Peygamber’in rahmet ahlâkını tatbik etmekle mümkün olur ki onun neticesi de makalemize konu olan ifadeyle: kimseyi incitmemek ve kimseden incinmemektir.
Bu genel değerlendirmeden sonra yukarıda geçen “kimseden nefret ve istikrâh etmeyip herkesi hoş görücü ve her olan şeyi sükûn ile kabul edip itiraz etmeyici” ifâdesini daha yakından okuyabiliriz. Şeyhin, bu sözleriyle, sûfilerin güzel ahlâk tanımlarında sıkça geçen “Hakk’a rızâ ve halka müsâmaha” şeklinde iki temel ilkeye işaret ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim, “sen yüce bir ahlâk üzeresin” ayetini çoğunlukla güzel ahlâk şeklinde yorumlayan sufi müellifler ; güzel ahlâkı tanımlarken Hakk’ın kazasına razı olmak ve halkın cefasını kabul etmek şeklinde ifadeler kullanmaktadırlar. Sûfilere göre ahlâk güzelliğinin en açık göstergesi de kimseyi düşman bilmemek, kimsenin düşmanı olmamak ya da halkın ezâ ve cefâsının insana tesir etmemesidir. Hatem b. Asamm, “Sûfi nefsi hariç herkesten gelen eziyete tahammül etmelidir,” şeklinde bir yorumla bu anlayışın sınırlarını bir derece daha genişletmektedir. Esâsen bu tavır kötülük etmemek ve kötülüğe iyilikle mukabele etmek şeklinde özetlenebilir ki kaynağı Kur’an’ın “kötülüğe iyilikle mukabele ederler” ayeti ile Peygamber (a.s)’ın hayatı boyunca kendisine eziyet edenlere karşı takındığı olumlu ve affedici yaklaşımdır. Ancak burada hemen bir soru akla gelmektedir ki o da: Sûfilerin bahsettiği bu hâle erişmek nasıl mümkün olacaktır?
Ken’ân Rifâî’ye göre “Maddi hiç bir ahlâk kanun ve kaidesi bu maksadı temin edemez.” Ahlâk güzelliği ahlâk felsefesi ile ulaşılabilecek bir keyfiyet değildir. Bu hususta “Benim kalbim temiz, niyetim güzel gibi sözler” de işin edebiyatını yapmak kabilindendir ve neticeye eriştirmez. Nefsin terbiyesi ya da ahlâkın güzelleşmesi “ancak mânevî kuvvetlerle sağlanabilir”. Ken’ân Rifâi’ye göre ahlâkın nihâi noktası ya da kemâl hâlinde ifâdesi olan bu icinmeme ve incitmeme derecesine belli manevi basamaklardan geçerek ulaşılır.
Rifâî’ye göre ahlâkî kemâlin üç derecesi vardır ki bunlar niyet selâmeti fiil selameti ve kalp selâmeti ya da şeyhin değişiyle kalb-i selimdir. Niyet selâmeti, nefsi için istediği hayrı ve iyiliği bütün insanlık için dilemekle gerçekleşir. Fiil selâmeti insanlığın iyiliğine ve hayrına iş yapmakla yani Kur’an’da bildirilen sâlih amelleri işlemekle olur. Kalp selâmetinin işareti ise, her yerde ve her şeyde Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisini müşâhede eden kişinin; kimseyi incitmediği ve kimseden incinmediği bir hâle gelmesidir. Kalb, Hakk’ı müşâhede ettiği takdirde, Hakk’ın takdirine razı olur; halkın zorluklarına da hoş görüyle yaklaşır. “Fakat bir de kalbin ve ruhun temizlenmesi vardır ki, o da ancak kötü ahlâklardan tamâmıyle silinerek Allah'tan gayrı bir varlık görmemek ve bilmemekle mümkün olur.” Bu ifadeden de anlaşıldığı üzere ancak kalp selâmetine sahip olanlar böylesi bir olgunluk sergileyebilirler. Peki kalp selameti ya da kalb-i selîm nasıl elde edilir?
Ken’ân Rifâî, muhatabının bu sorusunu işitircesine güzel ahlâk ve kalp selâmetinden bahsettiği hemen bir çok yerde; bu kemal derecesinde erişmenin yollarını da izah etmektedir. Şeyhe göre, kalb-i selim, başta kendisi olmak üzere âlem ile barış içinde bulunmanın işâreti olup onu elde etmek için kısa bir yol bulunmamaktadır. Ahlâki açıdan olgunluğa niyetlenmiş bir kimse, nefsiyle ve kötü ahlâkıyla sağlam bir mücadeleyi göze alacak; tasavvuf literatüründeki ifâdesiyle seyr ü sülûka azmedecektir. Nefsin sâfiyete ermesi; kalbin temizlenmesi böyle bir eğitim süreci içerisinde hâsıl olacaktır.
Seyr ü Sülûkun Neticesi: Ahlâkî Olgunluk
Ken’ân Rifâî’ye göre insan, Allah’ın ahsen-i takvim üzere yarattığı bir varlık olup esâsen güzel ahlâkı kazanmak için bu dünyada bulunmaktadır. Fakat yazık ki insan dünyâ meşgale ve endişeleri nedeniyle aslî fıtratından uzak düşmüştür. O nedenle uyanık olmalı, aslına dönmek için kendisine arız olan “fena ahlâklardan” temizlenerek Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmalıdır. İnsan ilâhi ahlâkı benimsemek ve âlemle hoş geçinmek derecesine ise ancak sülûk neticesinde ulaşacaktır. Rifâî’nin sülûk anlayışının ayrıntıları başka bir makalenin konusu olacağından, burada konunun ahlâk dönüşümünü temin eden mücâhede, riyâzat, nefse muhâlefet, yokluk/fenâ gibi meselelerine kısaca temas edilecektir.
Şeyhe göre, huyların değişimi için şart olan sülûk, bir mürşid huzûrunda samimiyetle yapılan bir tevbe ile başlar ve yine mürşid eşliğinde nefis rûha dönüşünceye kadar devam eder. Tevbeden sonra sâlik arzularına ve zaaflarına karşı mücâhede ve riyâzat ile bir mücâdeleye girişecek; sabır, tevekkül, fakr makamlarına erişecek; nefsin sûfilerce kabul edilen yedi mertebesinde ta ki saf nefis olana; yahut nefis ruha dönüşünceye kadar ilerleyecektir. Mürid için şeriatın emirlerine riâyetten sonra en önemli konular, sabırlı olmak, riyâzet/perzih ve nefse muhalefet etmek suretiyle hâlini ıslâha yönelmektir. Rifâî’ye göre nefsin arzusuna muhâlefet etmek burada en etkili yöntemdir. Ancak terk edilen kötü huyların yerine iyileri koymak suretiyle ahlâkın güzelleşmesine çalışmak şarttır. Şeyhin deyişiyle: “Her ahlâkı zemîmenin izâlesine uğraşalım ve bunların defi için birkaç seneler onun zıddıyla mücâhede etmeye çalışalım. Ah ne büyük teklif değil mi? Ahlâk-ı zemîme o kadar çoktur ki âh-ı sûz-i sîne ile her birinin defi için birkaç seneler [çalışmak lâzımdır]...” Rifâî bu tavsiyesini şu şekilde örneklendirmektedir: “Meselâ senin kinciliğin var. Onu atınca yerine güzel bir sıfat gelir: Merhamet. Yalan söylemekten hoşlansan da söylememeye karar vermiş ve açtığın mücâdelede galip gelmişsin. İşte riyâzat.” Buradan Rifâî’nin riyâzatı, ahlâkın güzelleşmesini temin eden en kuvvetli bir araç olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Bir çok yerde “mücahede ve riyâzat külüngü ile” nefsin üstündeki katmanların inceltilmesi gerektiğinden bahseden şeyhe göre, insan fıtratında mevcûd temiz ahlâka ve ruh safiyetine bu katmanları aşmak sûretiyle ulaşacaktır. Söz konusu yöntemin zorluklarının farkında olan Rifâî, sâliğin gidişini kolaylaştırmak için yoldaki bazı tehlikelere dikkat çekmektedir ki bunların başında dünyâ sevgisi ve şehvet gelmektedir.
Ken’ân Rifâî, Allah tecellisi olarak gördüğü eşya ve tabiata, tek kelimeyle hayatın bizzat kendisine değer vermekle birlikte; eşyânın tabiatını unutarak ona bütün varlığı ile yönelmeyi sakıncalı bulur. Ona göre, dünyâya bağlılık hemen bütün kötü huy ve işlerin asıl sebebidir. Esâsen kaynağı Hz. Peygamber (a.s)’ın zühd hayatı olan bu yaklaşım, tasavvufun zühd döneminde telif edilen eserlerden başlayarak her dönemde sûfi müelliflerin üzerinde durduğu temel meselelerden biridir. Ancak burada şeyhin farklılığı, onun muhatabını içerden avlamayı hedefleyen üslûbunda ortaya çıkmaktadır. Rifâî, bu maksatla dünya hayâtının doğasını açıkça ortaya koyar: Dünyâ, tabiatı gereği geçici olduğundan, bir süre sonra sevilen şey ile araya bir mâni girmesi mukadderdir. İşte, bir çok kötü huy bu noktada başlar. İnsan put edindiği şey ile arasına giren mâniye karşı, kin, nefret, öfke ve bunun gibi daha bir çok kötü his ve yaklaşım gösterebilir. O halde eşyânın fenâ bulucu tabiatını görmek suretiyle dünyâya olan aşırı bağlılık ve sevgiden kurtulmak, herhangi bir şeye duyulan şehvet ve onun neden olduğu kötü huylardan kurtulmak için alınacak en etkili tedbirdir. Şeyhin deyimiyle: “Dünyâ zevk ve lezzetlerinin sonunun hüsran ve nedâmet olduğunu bilince, ne gibi şehvetlere kendini atar? ... Kime yalan söyler, kime karşı kibir eder, kime haset eyler, kime gururlanır, niçin hırsa düşer?” Sonsuz bir sevgi ile bağlanmaktan kurtulanlar, kötü huylarından da azad olurlar.
Nefse devamlı muhâlefet ve ona mütemâdiyen Allah ve Resûlü’nün ahlâkını teklif etmek sûretiyle kişinin ahlâkında değişim ve dönüşüm emâreleri görülmeye başlar. Burada güzel ahlâkın kişide yerleşmeye başlamasının an açık işareti ise önceleri nefse zor gelen şeylerin artık ağır gelmemeye başlamasıdır. Sâlik ahlâkî bir dönüşüm tecrübe etmiş: kendi ahlâkını ilâhi ahlâk ile tebdil etmiştir. Rifâî burada sâfiyete eren nefsin, kendi asli tabiatındaki ilâhi emânetle buluştuğunu kaydetmektedir. Beşeriyet katmanları bir bir yıkılmış olan kişi “içinden çıkacak hazînede gömülü olan “emânetullah”a kavuşacaktır. Şeyh’e göre o emânetten maksat, insânın kendinde ve bütün mevcûdâtta Allah’ı görmesidir. Kendi nefsini görmekten kurtulanlar, Hakk’ın tecellilerini yani mahlûkat aynasından yansıyan isim ve sıfatları seyre dalar. Burası nefis-ruh ikiliğinin kalktığı tevhidin hakikatinin idrâk edildiği yerdir:
Vücûdunda emânettir,
Ara bu sen de sırrullah
Soyun varından ey Ken’ân
Görürsün var olan Allah
Şu noktada Rifâî’nin tasavvuf anlayışında mühim bir yere sahip olan yok-var olmak tâbiri üzerinde durmakta fayda vardır. Şeyhin seyr ü sülûk neticesinde sâlikte hâsıl olmasını beklediği mertebe esâsen yok-var olmaktır.
Çok güzel olmak gerek, akvâl ü ef’al ile hulk
Hem Huda’nın varlığında kendini yok bilmeli”
Buna göre kişi nefsin üstündeki ağırlıklardan kurtuldukça nefsinin yokluğunu ve hemen berâberinde Hakk’tan başka bir şey olmadığını idrâk etmeye başlar. Böylelikle tasavvuf ıstılahında fena-bekâ şeklinde ifade edilen makamların şeyhin lügatinde yok-var olmak ifadeleriyle karşılandığı anlaşılmaktadır. Rifâî’nin bahsettiği yokluk hâli esâsen kendisinin de temsilcisi olduğu Rifâiyye tarikatinin en önemli esaslarındandır: “Biz rifâî dervişiyiz, yok var olmak şanımız/Bilgimiz Allah’tır ancak, arzumuz cananımız” beytiyle anlayışın gelenekteki yerini de işaret etmiş olmaktadır.
Bu nefsin yüceliğinden inelim/Burak-ı Hakk’a yoklukla binelim!
Vücûd iklimini seyran edelim/Yakıp benliği illallah diyelim
İllallah diyerek Allah’tan başka bir varlık görmez bir hâle gelen bu kimselerin hal ve hareketlerinde ne gibi güzellikler görülmeye başlayacaktır? Ken’ân Rifâî’ye göre bu kimseler ilâhi ahlâk ile ahlâklanmış oldukları için sabır, rıza, tevekkül ve teslimiyet gibi meziyetler artık onların ayırd edici vasıfları haline gelmiştir. Aynı şekilde rahîm ve halîm olmak yani bütün yaratılmışlara muhabbet ve şefkatle muâmele etmek de yine bu mertebenin özellikleri arasındadır. Özetle her yerde ve her şeyde Allah’ın tecellilerini müşâhede edenler: “Allah’ı seven ve halka şefkat, merhamet, af, hilm ve sabır ile muâmele edip bu suretle ne kimseden incinen ve ne de kimseyi inciten kullar” haline geleceklerdir.
“Öyledir, öyledir... En dikkat edilecek nokta, kimseyi rahatsız etmemek, yâni bâr olmamak ve incitmemektir. Mahlûk olmak îtibârıyle insanla hayvanın bir farkı olmadığına göre bütün yaratılmışları kaplayan bir şefkat ve merhamet, derviş kişinin kârıdır. Hele, bir kimsenin kalbine dokunup incitmemeye, kaba sözler sarf edip onu mahcûp edecek hareketlerde bulunmamaya çok dikkat etmek lâzımdır.” “Biz dervişiz, kimseyle kavgamız yoktur.
Allah’ı seven kendisi ve âlemle hoş geçinen bir insan için incitmemek ne kadar gerekli ise incinmemek de aynı derecede önemlidir. Rifâî bu konuda çok hassastır, kırılıp incinmemeyi, gönül koymamayı kâmil iman ve ahlâkın bir gereği olarak kabul etmektedir. Nahoş bir muameleye mâruz kaldığında kırılıp küsme eğilimde olanlar için: “Bunu yaptıran Allâh’ımdır, diye halkı nefyedince, tabiatiyle incinemezsin.” şeklinde bir hatırlatmada bulunur. Buna göre kişi Allah’tan başka gerçek anlamda tasarruf sahibi bulunmadığını idrâk ettiğinde; kendisi ve âlem halkı ile barıştığı yeni ve güzel bir hayata başlayacaktır.
Ken’ân Rifâî’nin Hayatından Örnekler
Ken’ân Rifâî’nin meşrebi hakkındaki yazın değerlendirildiğinde, yukarıda genel hatlarını vermeye çalıştığımız ahlâk öğretisinin sadece bir nazariyeden ibaret kalmadığı anlaşılmaktadır. Bu başlık altında Rifâî’nin incitmemek ve incinmemek çevresinde şekillenen ahlâk anlayışının hayatındaki örneklerine kısaca temas edilecektir. Başlıca kaynaklarımız Ken’ân Rifâî’nin vefatından sonra başta Sâmiha Ayverdi olmak üzere müridleri tarafından yayınlanan eserler ile Rifâî henüz hayatta iken müridlerinden Semiha Cemâl Hanım (ö. 1936) tarafından şeyhin meşrebini tanıtmak üzere yazılmış olan Ken’ân Rifâî’nin Meşreb-i Şerifleri adlı bir Risâledir.
Ayverdi, Ken’ân Rifâî’deki Allah muhabbetinin her şeye ve herkese karşı ilgi ve şefkat şeklinde tezâhür ettiğini kaydederek şeyhin yaşantısından örnekler vermektedir. Buna göre muâmelesinde dâimâ nezâket ve incelik üzere olan şeyh, eşyadan başlayarak eşref-i mahlûkat olan insana kadar her şeye karşı son derece hürmetkardır. Ken’ân Rifâî eşyâyı incitmekten imtina etmektedir. Bu konuda dikkat ettiği şeyler: eşyâyı özenli kullanmak, işi bittikten sonra yerine tevdi etmek, artık ihtiyaç duymadığı nesneyi önceki hizmetine hürmeten usûlünce tedâvülden kaldırmak, (fırlatıp atmamak), ihtiyaçtan fazla nesne bulundurmamak gibi tedbirlerdir. Rifâî’nin aynı şekilde Hak tecellisi olarak gördüğü tabiat güzelliklerine ve tabiât unsurlarına karşı hayranlık ve muhabbetle dolu olduğu da görülmektedir. Şeyh uzun süre cevizinden yediği ağacı “süt anam” diye severken; müridlerine tevcih ettiği “Küçücük bir kır çiçeği bana ne güzel şeyler, ne ibret verici fıkralar söylüyor, onunla neler konuşuyorum, bilmem sizler de böyle düşünür müsünüz?” sorusu ile de tabiatte gördüğü tecelliler karşısındaki hayretini ortaya koymaktadır. Ancak Rifâî yalnız hayreti yeterli görmeyerek, toprağı ve tabiatın bütün unsurlarını, her birinin ihtiyâcına cevap vererek korumak ve doğanın dengesini muhafaza etmek gerektiği kanaatindedir. Ken’ân Rifâî’nin bu yaklaşımı bütün canlılar için geçerlidir: her biri Allah’ın bir ismine mazhar olduğu cihetle bütün mahlûkata insafla yaklaşmak gereklidir. Şeyh, bu idrâkin neticesi olarak kediyi, kuşu, kelebeği sevip koruduğu gibi, bütünüyle muzır olarak addedilen canlıları da sever ve yaşam haklarını korur. Zira onun anlayışına göre “Hüsn-i mutlak içinde fenâ yoktur.” Terâvih namazı boyunca seccâdesi üstünde duran bir akrebi fark etmemesi ya da akrebin varlığından rahatsız olmaması, bu konuda nakledilen örnekler arasında en etkileyici olanıdır.
Eşref-i mahlûkat olan insanla irtibatına gelince, Rifâî’nin bu meyanda kimseyi incitmemek ve kimseden incinmemek prensibini en güzel ve en bilinçli bir şekilde tatbik ettiği görülmektedir. Şeyhin insan ilişkilerinde en dikkat ettiği şeylerden biri kimseye eziyet vermemek ve kimseyi rahatsız etmemektir. O nedenle bazı küçük işlerini bile kendi yapmakta; evde çalışanlara yük olmaktan kaçınmaktadır. Sûfilerin, “bâr olma yâr ol” prensibini tatbik eden Rifâî’nin, yük olmaktan çekindiği ve fakat başkalarını ağırlıklarını hafiflet konusunda çok istekli olduğu görülmektedir. Çevresindekilerin yaşadığı zorluk ve sıkıntıları herkesten önce fark ederek, ivedilikle bir hal çaresi bulmaya çalışır. Bunun için komşuların fakirlerine her ay yardım etmekte; hastaları olunca birisi ile sordurmak yada bizzat ziyâretine gitmek suretiyle destek olmaktadır. Semiha Cemâl’in anlatımıyla:
“Etrafında bizim duymadığımız sesleri duyar. En meşgûl zannedilen zamanlarda sokaktan geçen dilencinin sesini işitir, bir şey yollar. Yahut mesela evdeki kızlardan birinin hıçkırığını işitir. ‘Gidin şu kızcağıza bir şey içirin, ne musır hıçkırık’ der. Reddederiz, çünkü odada bulunanlardan hiç birisi bu sesi işitmemiştir.”
İnsanların zevk ve mutluluğundan kendisi de en az onlar kadar zevk alan şeyh elinden geldiğince çevresindekilere cemîlelerde bulunmakta ve gönül almaktadır.
İnsana karşı hürmetkar olan Ken’ân Rifâî’nin, konuşma adabı konusunda da oldukça hassastır. Semiha Cemâl’in anlatımına göre Rifâî, meclisinde bulunup da söz söyleyen herkesi -edeb sınırlarını aşmadığı sürece- sonuna kadar dikkatle dinlemekte ve söz söyleyene mukabele etmektedir. Yine merhamet ahlâkının bir gereği olarak, şahsına yapılan kötülük ve nankörlükleri unutmak ve fakat sadece iyilikleri hatırlamak itiyadındadır. Gördüğü en küçük bir iyiliği unutmayarak misliyle mukabele etmeyi çok seven şeyh, hakkında suizan edildiğini duyduğunda ise bu kimseler hakkında rahmet ederek hayır duasında bulunmaktadır.
Ayverdi’ye göre, Ken’ân Rifâî rahmet ve sevgi ahlâkını tatbik etmektedir. “Rabbü’l-âlemin” ismine dikkat çeken şeyh, Allah’ın yalnızca inananların değil fakat tüm âlemlerin Rabbi olduğu hakikatine vurgu yapmaktadır. Buna göre Rifâî “insanları bir bütünün parçaları, tek vücûdun uzuvları olarak kabul ettiği için cemiyetle ve bütün dünyâ ile olan münâsebetinde akla durgunluk verecek bir samimiyet” içerisinde hareket etmektedir.” Gerçekten Ayverdi’nin verdiği örneklere bakıldığında, Rifâî’nin çok farklı kesimlerden insanlarla irtibatta olduğu ve hemen hepsiyle müşterek bir nokta bularak ünsiyet hâsıl ettiği anlaşılmaktadır. Şeyhin, Fatih’teki semt sakinleriyle olan irtibatı bu açıdan en güzel bir örnektir. Öncelikle, tekkesi ve konağı her kesimden ziyaretçiye ve ihtiyaç sahibine açık olup bu vesileyle şeyh, Fatih’teki bir çok tekke ve tarikat erbâbı ile de görüşmektedir. Tekkede Cuma günleri yapılan âyin-i şerifte, kimi zaman Rifâî usûlü yerine ziyarete gelen şeyhlerin meşrebine uygun –Kadiri, Şazelî- zikri yaptırmaktadır. Sohbetlerdeki ifâdelerden anlaşıldığı üzere, mahallenin imamı, esnâfı, seyyar satıcısıyla her birinin kendi meşrebine uygun bir sohbet içindedir. Fatih semtinde Ramazan günü kavgaya karışan gençleri önüne alıp iftara çağırdığı gibi; insanların pek de itibar etmediği bir çok meslek erbabını da aynı şekilde sofrasına buyur edip ikram ve sohbet etmektedir. O kadar ki Fatih semtinin kabadayıları onu âdeta müşfik bir baba olarak kabul etmekte ve şeyh ile az çok münasebeti olan her meslek sahibi “O bizdendi” diyecek kadar kendisini Rifâî’ye yakın hissetmektedir. Burada dikkat edilecek olursa Rifâî’nin, muhatabının vazife ve hayat anlayışını dikkate alan yaklaşımının arkasında yine ahlâk öğretisinde öne çıkan prensipler etkili görünmektedir. Bu cümleden olmak üzere, meslek icabı ve günlük hayatın gereği olarak Ken’ân Rifâî’nin Osmanlı tebeasının hemen bir çok unsuruyla temas halinde bulunduğu ve bu temaslarında da yine “incitmemek ve incinmemek” anlayışını ustalıklı şekilde kullandığı da anlaşılmaktadır.
Ken’ân Rifâî’nin söz konusu ahlâk anlayışın bir neticesi olarak Osmanlı tebasının farklı unsurlarıyla kendi lisanları ile selamlaşıp halleşmeyi bir prensip olarak benimsediği görünmektedir. Şeyhin yaklaşık sekiz dilde konuşup yazabilmesi de önemli bir etkendir. Ayverdi bu özelliğini şu ifadelerle örneklendirir: “Yani hem kendisinde mevcut olan fevkalade lisan öğrenme kabiliyetine dayanarak evin bahçıvanı ile Arnavutça, kapıya gelen balıkçı ile Rumca, bir Mûsevi arkadaşımızla İspanyolca konuşmayı, sırf onları hoşlamak bakımından sever ve tercih ederdi, hem de –bu ikincisi daha derin düşüncenin mahsûlüdür-herkese anladığı lisandan... hitap ederek anlaşma yollarını arardı.” Rifâî’nin, emekliliğinden sonra çalıştığı Rum Lise’sindeki öğrencilerinde ve öğretmen arkadaşlarında bıraktığı tesir bu açıdan son derece dikkat çekicidir. Gerek öğrenci gerekse öğretmenlerin şeyh hakkındaki sözleri değerlendirildiğinde, insanların gönüllerine tesir eden hallerinin, Kur’an ahlâkını tatbik etmesinden ileri geldiği anlaşılmaktadır. Buradan şeyhin, hürmet, yardım etme, paylaşma, gönül alma, vefa gösterme gibi en temel ahlâki esaslarla hareket ederken, her hangi bir ön şart aramadığı; incitmemek esasını ayırım gözetmeksizin herkese tatbik ettiği sonucuna ulaşılmaktadır.
Sonuç
Rifâî için ahlâki olgunluk, kişinin kimseyi incitmediği ve kimseden incinmediği bir dereceye erişmesidir. Bu ise sadece ahlâk kitapları ya da teorileri ile ulaşılacak bir hal değildir: Bir mürşid eşliğinde yapılan seyr ü sülûk ile elde edilecek bir kemal hâlidir. Seyr ü sülûk esnâsında mücadehe, riyâzat, sabır, rıza ile ve nihayet fakr makamına erişen sâlik, kendi ahlâkını terk ederek Allah ve Rasûlünün ahlâkını benimser. Kendi yokluğunu idrak ettiği noktada; her yerde ve her şeyde Hakk’ın isim ve sıfatlarını müşâhede etmeye başlar. Bu müşâhede ile kişi Hak’tan râzı ve halktan da memnûn olduğu yeni bir hayata başlar.
Ken’ân Rifâî yaşantısı ile teklif ettiği bu ahlâki kemâlin güzel bir örneğini sunmuş görünmektedir. Yukarıda aktarılanlardan anlaşılacağı üzere Ken’ân Rifâî, Hakk’ın iyâli/ailesi olarak kabul ettiği insanları büyük bir muhabbetle sevmekte ve onların gönüllerini birbirine kaynaştırmak husûsunda bahsettiğimiz incelikleri bilinçli olarak uygulamaktadır. O’nun için âlem aynasında görünen her varlık bir Hak tecellisidir: Şu halde muameleleri de bu esası dikkate alarak yapmak gerekir. Şeyhin hayatındaki örneklere bakıldığında, her şeye hürmetle yaklaştığı, incitmekten çekindiği ve bunu gerçekleştirmek üzere bir dizi prensibi tatbik ettiği; yine aynı varlık ve ahlâk neticesinin bir gereği olarak, çevresinden gelen zorlukları da güzellikle karşıladığı ve incinmediği anlaşılmaktadır.
Arzu Eylül Yalçınkaya
Esim isyerinde kendisini zorlayan bir is arkadasinin ismini sayiklayarak uyandigini bana anlatti. Sonra tekrar uyumak istedigini, benden ricada bulunarak kendisine birseyler okumami rica etti. Bende tesadufen sizin sayfanizi actim ve konuyu bilmeden bu yaziyi okuyayim. Kenan Rifai insana huzur verir dedim ve okurken baktim ki konu incinmemek incitmemek, herkesi cefayi ezayi hosgormek. Keyif ile okudum. Bende uyandirdigi tesir tarif edilemez. Insallah esimde de boyle guzel tesirler birakmistir.