B.
Harvard İlahiyat/Divinity Fakültesi’nin bahçesine kurulmuş büyükçe bir çadırın altında iki yüz kadar akademisyen toplanmış, uzun zamandan sonra yeniden bir araya gelmiş olmanın heyecanıyla birbirleriyle selamlaşıyorlardı. Biraz sonra başlayacak açılış konuşması nedeniyle muhabbeti uzun tutamayarak, telaş içinde söylenen bir kaç hatır cümlesiyle idare etmek durumundaydılar. Fakat bu ilk buluşmanın büyüsü dönem boyunca devam eden beraberlikten çok tatlı olsa gerek ki bir türlü son noktayı koyamıyor, yarım daire oturma düzeninin verdiği imkandan istifade ile atışmalarına devam ediyorlardı. Ben Harvard Üniversitesi’nden ilk defa ders alacak bir öğrenci olarak aralarına katılmaktan çekiniyor ve biraz da meşrebimin verdiği tabi bir insiyakla en arkada ayakta duruyordum. Bir yandan bu yeni havayı teneffüs ederken diğer yandan yaşadığım tecrübenin idrakine varmaya çalışıyordum. Harvard İlahiyat Fakültesi’ndeydim. Marmara İlahiyat’tan lisans programından mezun olmuş, İstanbul İlahiyat’ta Masterımı tamamlamıştım. Ondan sonrası biraz buğulu. Ne olduğunu nasıl olduğunu tam olarak söylemek mümkün değil, ama işte şimdi buradaydım. Harvard İlahiyat Fakültesi öğrencisi olarak şu tentenin altında yer almak nasip olmuştu. Sürüp giden tatlı bir muhabbetin nağmeleri eşliğinde, geride bıraktığım eğitim hayatımın acı tatlı bir çok anısı o anda bir hızla gözlerimin önünden geçti. Bu geçiş merasimi ile birlikte bir bereket yağmuru da ansızın gözlerimden aşağı indi.
Nihayet Profesör söze başladı ve uzunca bir girizgahtan sonra asıl soruya geldi:
“Hepimiz kabiliyet ve niyetimlerize göre hayatın farklı yönlerine teveccüh ediyor o yolda ilerliyoruz. Kimileri, girdikleri yolda bir adanmışlık duygusu içinde ilerliyor. Çok çalışıyor, fedakarlıkta bulunuyor. Bizim bu çatı altında yaşadığımız adanmışlığımız da bunlardan biridir. Soranlar olabilir: Harvard Üniversitesi bünyesinde size tahsil edilmiş bu genişçe alanda ne yapıyorsunuz? Öyle ya, göğe bir merdiven dayayıp uluhiyete yükselme gibi faaliyetleriniz de görülmüyor? O vakit sizin bu koşturmacanızın sebebi nedir?”
Soru önemliydi. Çünkü tahsilim ya da mesleğim ile ilgili sorulara verdiğim “İlahiyatçı”yım cevabının muhatabım üzerinde yarattığı hayret ve şaşkınlık ifadesini giderecek pratik bir açıklamaya ihtiyacım olduğunu biliyordum.
Profesör devam etti:
“Bizim adanmışlığımız da, diğer bütün adanmış hayatlar gibi çok çalışmayı gerektiriyor. Bir ilahiyat öğrencisi antik bir dilde yaptığı okumayı ilerletebilmek için belki gece yarılarına kadar masanın başından kalkmaz, sabah erkenden kalakarak aynı heyecanla çalıştığı metne döner. Günlerce hiç bir anlam çıkaramadan Arapça, İbranice ya da Latince bir metinin satırları arasında dolaşır durur onların şifresini çözmeye, orada gizli manayı anlamaya çalışır. İlk başlarda, art arda sıralanmış anlamsız şekillerden başka bir şey ifade etmeyen bu kelime öbekleri, gün olur o uzun mesailerin birinde, üzerine eğilmiş başa acıyarak -ve aslında bu yakınlığına daha fazla dayanamayarak- asilce üzerindeki örtüyü atar ve manasını açar.
Ulaşılmak istenen sadece kutsal bir metnin şifresini çözmekten mi ibarettir? Bizim gayemiz de hakikatte bütün ilim alanlarında ve hatta hayatın tüm alanlarında yapılan çalışmaların yöneldiği gayeden başka bir şey değildir. Gayemiz, insan tabiatını anlamak ve varlık muamması üzerine çekilmiş gizlilik ve esrar perdesini aralayarak bir nebze olsun Hakikate yakın olabilmek, ya da en azından bu yakınlık yolunda mesafe katetmektir.
Profesörün bir saate yakın süren, kah esprilerle kah hikayelerle renklendirdiği bu “ilahiyatçı ne yapar, derdi, gayesi nedir?” konuşmasının benim için en can alıcı kısmı yukarıdaki ifadeler oldu. Samimi ve tatlı anlatımının da tesiriyle kendime döndüm. İçimde henüz daha çocuk sayılacak bir yaşta fakülteye başlamış on altı yaşındaki Eylül’ün hatırası uyandı ve elimden tutarak beni tahsil hayatımın en gayretli ve aşklı günleri içinde kısa bir yolculuğa çıkardı.
Gencecik, tazecik bir yavrucak. Akranlarının gülüp eğlendiği, asude bir hayat sürdüğü dönemde; onun bütün derdi tasası hayatın kaynağını, kökenini, nereden gelip nereye gittiğimizi, niçin varlığımızın yokluğumuza tercih edildiğini ve bu alemde bulunuş sebebimizi bulmak. İlim öğrenmek istiyor, hep sormak hep dinlemek istiyor ama, önünde dağlar gibi bir yıllık Arapça hazırlık sınıfı var. Sarf, nahiv, edat; kelime, cümle, i’rab. Yaşanılan tecrübe ne bu dünyaya ait ne öte dünyaya adeta hazırlık sınıfı bir tür ara alem: tam bir A’raf. Zor bela o dönem geçiyor. Fakülte birinci sınıf gelince onun başka bir dağ olduğu anlaşılıyor. Zira bu sınıf bütün ilimlere ait usullerin öğretildiği, terminolojinin verildiği bir yıl. Genç kız, hiç anlamadığı terimleri, kavramları ileride ilim öğrenmeye ve üretmeye faydası olur niyetiyle -öyle demişler çünkü- çalışıyor, ezberliyor. Tefsir, hadis, fıkıh, kelam; felsefe, tasavvuf, hitabet, beyan. Nihayet iki yıllık bir hazırlık döneminin ardından fakültedeki üçüncü yılında biraz daha zevkli günler geçirmeye başlıyor. Bir sayfalık tefsir metnini çözmeye çalışırken sabah ezanının okunduğu, bütün gece okuduğu metnin ezanın maneviyatıyla birden dile gelip kendi manasını ifşa ettiği günler başlıyor. Fakülte okumak kolay değil; geceler gündüze karışıyor. Gündüzleri ayaklı hadis mecmuası gibi gezinirken; rüyasında İslam tarihinin şanlı sahnelerinde dolaşmaya başlıyor. Felsefe okumaları ayrı bir alem, bir yandan dinden imandan çıkarım diye korkuyor; diğer yandan kendi kelimeleriyle ifade etmeye muktedir olamadığı çekincelerinin sistemli ifadeler ve sorular şeklinde karşısına çıkmasından memnun oluyor. Cevaplardan tatmin olmasa da, bir ilim aracı olarak insan aklının sınırlarını görmekten zevk duyuyor. Dördüncü yılına girdiğinde, artık terminolojiye büyük ölçüde hakim ilahiyat lisanını rahatça kullanıp işletiyor. Sanata, edebiyata, musıkıye meraklı. Eli kalem de tutuyor. Ama yine de arada Üsküdar’daki öğrenci evinden, ailesinin yanına ziyarete gittiğinde babası onu “gel benim küçük mollam” diye karşılıyor. Yaz tatillerini iki ay evden çıkmadan klasikleri okumaya vakfetmesi ise annesini endişelendiriyor. Gidişat hiç hayra alamet değil. Bu kız alim oldu, kafasına göre birini bulamayacak diye söylentiler yayılıyor. Halbuki o çok mahzun bu kadar ilim, bu kadar eser, hepsi güzel hoş da onu tatmin etmiyor, bir rehber bir yoldaş bir Hak dostu arayışına düşüyor. Hakk’ın iltifatına mazhar olarak, fakülte yıllarında tutmadığı yol, çalmadığı kapı kalmamış olduğu halde, aradığı rehbere mezuniyetinden bir kaç gün evvel mütevazi bir ev sohbetinde tesadüf ediyor. Ondan sonra başka bir talebelik başlıyor ki, o dönem şairin:
“Satırlardan sadrıma şifa gelmiyor artık
Ser verip ellerinde sır bulmaya geldim”
Dediği başka bir kanaldan ilmin zevk edildiği dönemdir.
Meslek hayatı… Mesai öncesi sabah üçte dörtte kalkıp tasavvuf külliyatını okuma çabaları, kırk dakikalık bir ders için iki ay öncesinden başlayan taramalar, hazırlıklar. Öğretmenler odasında bir akademi ciddiyeti içinde yazılan ders notları. Her fırsatta Arapça ve Farsça’yı ilerletme çabaları. Normal bir öğretmen hayatının sınırlarını zorlayan bu manzara sonunda çevresindekileri dile getiriyor. Senin yerin burası değil. Dostların tavsiyesi ve mürşidinin emriyle tekrar fakülteye dönüyor. İstanbul İlahiyat’ın yollarını arşınlıyor. O dönem bir başka. Akademi yoluna düşen kız artık on altı yaşında bir yeni yetme değil. On yıllık tecrübeli öğretmen. Meslek hastalıklarından “ben bilirim” tavrını –maa teessür- çoktan hal etmiş, giyinmiş. Bu dominant ve müdaheleci hali çift taraflı bir törpü etkisi yaratarak, hem kendisini hem de akademi mensuplarını yeniden bir şekle kıvama sokuyor. O kısım gerçekten acıklı. Hayatın cilveleri, süprizleri araya giren dünya işleri derken yüksek lisans dört yıl sürüyor. Saçlar ağarıyor, gözlerin feri gidiyor. Ama sonunda ortaya dört yüz elli sayfalık bir ansiklopedi çıkıyor. Helal olsun. Tam benden bu kadar, artık bir şey yapmam, dediği sırada, kudret eli onu alarak, entarisinden tutup çok uzaklara, Boston şehrine atıyor. Diline kültürüne havasına yabancı olduğu bu memlekette, babasının küçük mollası, büyüyecek yerde küçülerek, adeta beş yaşında bir kız çocuğu kadar ürkekleşiyor. Bir ömür bitirmiş de yenisine başlamış gibi heyecanlı, bir o kadar da boş. Yılların tecrübelerini, gayretlerini, şurasına kadar gelmiş, anlatmak ve aktarma ihtiyacını bir kenara koyarak, yeni bir lisan öğrenmeye ve beraberinde yeni bir insan olmaya çalışıyor. O günlerde bir fasıl geçmiş. Dil öğrenmenin zorlukları belli ölçüde aşılmış. İşte şimdi küçük molla, Harvard İlahiyat Fakültesi’nin avlusuna çekilmiş tentenin altında, -çok şükür-bir öğrenci vasfıyla bulunma likayatini kazanmış olarak duruyor.
Bir hayalin peşi sıra giderek yıllar içinde yaptığım yolculuktan döndüğümde, açılış konuşmasının büyük bir kısmını kaçırmış olduğumu gördüm. Ama ben alacağımı almıştım. Bütün bunlar niyeydi? Bu arayış bu koşuşturmaca, bu kendimi bildim bileli daha çok sormak, öğrenmek, derinleşmek ihtiyacı nereden geliyordu? Bir ayrıcalık mıydı, kendime bir pay çıkarabilir miydim? Kıymeti var mıydı? Yaratan’ın nazarında nefsime bir kıymet, O’nun katında kendime bir yer mi arıyordum?
Hayır. O zaman konuşmanın en can alıcı noktası olarak kabul ettiğim cümleleri bir daha düşündüm:
“Bizim gayemiz de hakikatte bütün ilim alanlarında ve hatta hayatın tüm alanlarında yapılan çalışmaların yöneldiği gayeden başka bir şey değildir. Gayemiz, insan tabiatının anlamak ve varlık muamması üzerine çekilmiş gizlilik ve esrar perdesini aralayarak bir nebze olsun Hakikate yakın olabilmek, ya da en azından bu yakınlık yolunda mesafe katetmek.”
Tefsiri ise şöyleydi:
Küçük mollanın yıllardır gösterdiği bütün gayret, sabah kalkıp aşkla işine gücüne yönelen her insanın gayretinden daha değerli değildir. Hepimiz bilerek ya da bilmeyerek kendi kabiliyetlerimizin bize açtığı yolda ilerliyor ve o yol üstünde bizi Hakk’a ulaştıracak izleri arıyoruz. Bir ayakkabıcının zanaatindeki ustalığı, bir mimarın sanatındaki emeği, daha iyisi için uğraşması, bir doktorun hastasının derdiyle sabahlayışı, bir kimyagerin deneyinin başında günlerce ayakta duruşu… Hepsi aynı gayeye yönelik. Eşya üzerindeki perdeyi bir nebze olsun aralamak. Bir babanın helal kazanç uğrunda döktüğü alın terinde, bir annenin yavrusuna gösterdiği ihtimamda, bir askerin sınır boyunda tuttuğu nöbetin sukunetinde aynı arayışın ve aynı aşkın kutsallığı var. Bilerek yada bilmeyerek, varlık “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz ayetini terennüm ediyor ve onu yaşıyor. İradeli-iradesiz varlığın her zerresi, “O’nu tesbih ediyor” O’na olan ihtiyacını ilan ediyor.
Harvard İlahiyat’ın avlusunda bir öğrenci vasfıyla duruşum şimdi çok başka bir anlam kazanmıştı. Her zaman istediğim gibi bundan on yıl önce bu çatı altında olsaydım, hazmedemeyerek kendi nefsimin ağırlığı altında ezilecektim.
Oh şimdi çok hafiflemiştim. Rahmet yağmuru inerek, yeni bir ilim öğrenme sürecinin başında beni nefsimin kirlerinden arındırmıştı. Varlık bir zevk ise, yokluk onun aynası olmakla çok daha başka bir zevk veriyordu.
O zevk içinde anlıyordum ki:
Topyekun bir zikrin,
Her zerreden yükselen
Allah’tan geldik yine O’na döneceğiz halka-i zikrinin bir üyesi idim.
Gayretimizin ve çalışmamızın bir sonucu olarak değil
-haşa karşılık umarak yapmıyoruz-
ama gayretimizin ve çalışmamızın hatrına,
gün olur eşyanın üzerindeki perde kalkar da Hakikat güzeli bize Cemalini lutfeder diye
hepimiz için
tatlı bir heyecan,
ümid
ve niyaz içindeydim.
Comments